Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

TÜRK’ÜN İLÂHİ MİSYONU VE HAYAT FELSEFESİ

Muharrem Günay 11 Aralık 2010 Cumartesi 02:00:00
  Mitolojik çağlardan beri Türklerde bir Dünya Devleti, hatta Kâinat Devleti kurma fikrinin var olduğunu bilinmektedir. Tarihimiz, destanlarımız, kitabelerimiz bu duygu ve düşünce ile dolup taşmaktadır. Eski Türklere göre; Gökte nasıl tıkır tıkır işleyen bir nizam varsa, yeryüzünde de aynı şekilde bir düzen olmalıydı. İşte bu düzeni sağlamak üzere Türk hakanları Yüce Tanrı tarafından tahta oturtulmakta ve Dünya nizamını kurmak ve Dünya barışını sağlamakla görevlendirilmekteydi-ler.
Tarihte on altısı büyük olmak üzere sayısız devletler kuran atalarımızın başarıları sadece kahramanlık ve teşkilatçılık özellikleriyle açıklanamaz. Atalarımız; kahramanlık, teşkilatçılık gibi özelliklerin yanında çok güçlü bir kanun-töre anlayışına ve bütün insanlığa hizmeti esas alan bir “Hayat Felsefesine-Dünya Görüşü” ne sahipti-ler. “İyilik-faydalılık, Adalet-Könilik, Eşitlik- Tüzlük, İnsanilik-Kişilik“ gibi dört değişmez temel esası olan Türk töresi’ne göre; “Bütün İnsanlık Türklere Yüce Tanrının bir emaneti”ydi. Yüce Tanrı, Türk Töresine göre hareket eden, halka ve insanlığa hizmeti ilke edinen kişilere kut (şans, talih, bağış) verir ve onu hakanlık görevine getirirdi. Bu görevlerini yerine getirmeyen veya getiremeyen idarecilerden Yüce Tanrı kutunu geri alır ve onları hakanlık makamından düşürürdü. Türklere göre devlet “Baba“ idi. Devlet, halk içindi. Esas görevi, “Halka ve insanlığa hizmet” ti.
Türklerin İslâm’a girişleriyle birlikte, bu devlet anlayışı ve hayat felsefelerinde daha da olumlu gelişmeler yaşandı. Çünkü eski Türk töresi gibi, İslamiyet de “Halka hizmeti Hakk’a hizmet“ olarak Kabul ediyor ve “İnsanların en hayırlısı, insaniyete hizmet edendir” diyordu.
Eski Türklerde mevcut olan “Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi” Müslüman olmakla birlikte “İ’layı Kelimetullah“ (Allah’ın adını yüceltmek ülküsü) ne dönüşüyor. Türkler İslam dinini Arap yarımadasından alıp Hindistan’a ve Avrupa içlerine kadar götürüyorlar ve İslamiyet’in Bayraktarları olarak Allah yolunda kanlarını seller ve sular gibi akıtıyorlardı. Halka hizmeti esas alan ve insanları rengine, biçimine, dinine ve mezhebine göre ayırmadan kucaklayan Türkler ve onların hâkim olduğu coğrafyalarda her dinden ve ırktan insanlar barış ve huzur içerisinde yaşıyorlar, doya doya din ve vicdan hürriyetinden yararlanıyorlardı.
Osmanlı Devletinin yıkılışıyla birlikte Atatürk’ün öncülüğünde, Göktürklerden sonra Türk ve Türkiye adıyla yeni bir devlet tarih sahnesine çıkıyordu. Türk’ün devlet ve hayat felsefesini çok iyi bilen Atatürk, eski Türk hakanları ve sultanları gibi yeni Türkiye devletini de bir “DÜNYA DEVLETİ” haline getirmek istiyor, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesiyle Dünya barışını hedefli-yordu. Atatürk bu amaçla “Biz hiç kimsenin düşmanı değiliz, sadece insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız“ diyordu.
Atatürk’ün “Barışçılık” ilkesi milletlerarası ilişkilerde eşitliği, karşılıklı hak ve menfaatleri benimser, teslimiyetçiliği reddeder. Atatürk, “Alemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir” dedikten sonra hemen şunları ekli-yordu: “Şu kadar ki, milletin haklarını anlayıp onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakarlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır.”, “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avı olur. Milli varlığımıza düşmanlık güdenlerle dost olmayalım. Böylelerine karşı, bir Türk şairinin dediği gibi:“Düşmanım sana kalsam da bir kişi“ diyelim.”
Daha Milli Mücadele yıllarında, Atatürk, “İnsanlığı meydana getiren milletlerin her biriyle medeniyet gereklerinden olan dostluk ilişkilerini” kurmağa hazır olduğunu tekrarlıyor, fakat “benim milletimi esir etmek isteyen her hangi bir milletin de, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım” diyordu.
İnsanın insanı ve bir milletin bir başka milleti sömürmesine karşı çıkan ve sömürgeciliğe karşı savaş açan ve bütün mazlum milletlerin önderi olan Atatürk, bu konuda da şöyle diyordu: “İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirine sevdirmektir.”, “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”
Atatürk, Türk milletine çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı hedef olarak göstermişti. O, “Batının her türlü ilminden, keşfinden yararlanmak fakat asıl özü kendi içimizden ve milli kültürümüzden çıkarmak” şeklinde özetlenebilecek bir “Milli Uygarlık“ modelinden yanaydı. Nitekim Atatürk, 10. Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük uygar vasfı ve büyük uygar kabiliyeti bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” derken çağdaşlaşma hareketimizin milli yönünü bütün açıklığı ile ortaya çıkarıyordu. Atatürk’ün o gün bize gösterdiği çağdaş Avrupa ile Çağdaş Batı bugünkünden çok farklıydı. (DEVAMI YARIN)

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER