Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

TERCİHLER VE CÜZÎ İRADE – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 25 Nisan 2017 Salı 13:28:07
 

-82-
Nisâ-48: “Muhakkak ki; Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını, dilediği kimseler için mağfiret eder. Kim Allah’a şirk koşarsa, gerçekten azıym bir günah olarak iftira etmiş olur.”
Âyet ne kadar açık; Allah şirk günahını bağışlamıyor. “Ama şirk günahı olmayanların, dilediğim kişi için dilediğim günahını bağışlarım” buyuruyor. Demek ki şirk günahı olmayan kişinin başka günahı olabiliyor, buradan öyle anlıyoruz. İşte o günahları (dilediğim kişi için, dilediğim günahını) bağışlarım diyor. Bunlar tabi çok açılması gereken şeyler. Bir kere bunları “keyfîlik” gibi anlamayalım, kesret diliyle böyle söyleniyor, “Keyfime göre, istediğimi affederim, istediğimi affetmem” demek değil. Sakın böyle anlamayalım. “Allah dilediğini affeder” demek, keyfine göre affeder veya affetmez demek değildir. Rahman ismi içerisinde adâlet vardır, keyfîlik olmaz. Yalnızca Rahiym isminde keyfî davranır, lütfundan vereceği için, fazladan vereceği için; adâleti dışında verir de verir. Allah Vahhâb’dır, hiçbir karşılığı olmadan bolca verir. Allah Tevvâb‘dır; dilediği kadar bağışlar. Âyetlerde “Allah dilediği günahı dilediği kişiye bağışlar” denince “Acaba diler mi, Allah’ın böyle bir keyfi olur mu?” gibi bir mânâ çıkmaz. O bir mekanizmanın ismidir ve şunu getirir: Sakın Allah’ı sınırlamayın, dilerse bağışlar. Sınırı kendine Allah koydu. Dedi ki; şirk günahını bağışlamam. Bu, “diğerlerinde O’nun dileğine sınır koyamazsınız” demektir.
Bağışlananlar
“Muhakkak ki; Allah, şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret eder. Kim Allah’a ortak tutarsa, gerçekten uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ-116)
Nisâ-116’da da gördük ki, tanımladığımız şirk günahı bağışlanmaz. Ama diğerlerini dilediği kimseler için mağfiret eder. Eğer kişi beyanıyla şirk kapsamından çıkmışsa, beyanına uygun davranışların da gayreti içerisindeyse onun yanlışlarını Allah şirk günahı saymıyor, “Onları bağışlarım” diyor. Neden? Çünkü o bir şehâdette bulundu, hayalinde de olsa kendisini Allah’ın dışı kavramından çıkardı, Billâhi’ye koydu. Henüz üstündeki elbise dûniHİ idraka uygun, düğmesi sökük, yakası kirli, ama o kul kendisini/idrakını Billahi’ye getirdiği için Rabbi; “Olsun, onları yıkarız” diyor.
Bu vesileyle şehâdetimizi tekrar edelim, Rabbim inşâAllah şehâdetimizi kabul buyursun: Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu: Allahım kesinlikle şehâdet ederim ki, Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak SENsin. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar iddiaları yalandır, iftiradır, bâtıldır, yok hükmündedir. Allahım yine kesinlikle şehâdet ederim ki Hazreti Muhammed Mustafa (SAV) SENin Kulun ve Rasûlündür. Ala hâzihiş şehâdeti nahyâ ve aleyhâ nemûtü ve aleyhâ nüb’asü inşâAllah: Allahım, bu şehâdet üzerine bizi yaşat, bu şehâdet üzere canımızı al, bizi bu şehâdet üzere yeniden dirilt. Âmîn.
Mürcie ve Kaderiyye
Yöneliş’te sapanlar kapsamında şimdi üçüncü, dördüncü ve beşinci grupları ele alacağız. Bu grupları bir hadisten öğreniyoruz. Önce o hadise, sonra da hadisin kapsamına giren bu sapmalara bakalım.
İbni Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: Rasûlullah Efendimiz (SAV) buyurdular ki; “Bu ümmette iki sınıf vardır, onların İslâm’dan hiçbir nasipleri yoktur; Mürcie ve Kaderiyye.”
Efendimiz (SAV)’den öğreniyoruz. Hadisi anlamaya çalışalım, bakalım bunlar nasıl gruplarmış. Dikkatlice tanımaya anlamaya çalışalım, çünkü çok gündem oluşturan üç grubu konuşacağız ve belki o grupların daha iyi anlaşılmasını sağlayacak bazı açıklamaları paylaşmış oluruz. Bunların İslâm’dan nasipleri yoktur ne demek? “Nasipleri yoktur”da iki manayı birden düşünmek lazım. Bir, konudan nasibin yok. Yani bir konu var ve sen o konuyu hiç anlayamamışsın. Buyuruyor: Ümmetin iki grubu var ki onların İslam’dan nasibi yok. Yani o iki grup hiç benim söylediklerimi anlayamamıştır. İki, hal böyle olunca sonları hüsran demektir, yani sevap nasipleri yok demektir.
Üçüncü gruptakiler tevhid dili ve kesret dili farkını görememişlerdir. Yine karşımıza tevhid dili ve kesret dili çıktı. Bu gruptakiler o farkı görememi��. Ayrıca mânâ ayrıştırma ve mânâları çakıştırmayı da hiç yapamamışlar; fıtratlarının “soyut kavramlara yatkın” olması sebebiyle Yöneliş ve İlişkiler ayrımında Yöneliş prensipleriyle perdelenmişler. Allah’a nasıl yöneleceklerini Efendimiz (SAV)’den öğrenmişler ama öğrendikleri bilgilerle perdelenmişlerdir. Yöneliş ve İlişkiler diye onun için ayırdık; ikisini de çok iyi anlamak zorundayız. Bu gruptakiler ne yapıyor? İlişkiler’ini de Yöneliş’te öğrendikleri prensiplerle kuruyorlar, İlişkiler’inde yöneliş prensiplerini kullanıyorlar. Dikkat edin lütfen! Eğer kişi Yöneliş prensipleriyle İlişkiler kurarsa bu ne manaya gelir? Demek istiyor ki; “Benim Muhtariyeti Tercih Gücü yetkim yoktur, Allah ne derse onu yaparım, dediği an değini yaparım.” Bu kişi kulu kaldırdı, yaptığı işte kulun dahlini kaldırdı. Oysa o neredeydi? Yöneliş’teydi. Yani sen Allah’a yöneldiğinde, kendini Allah’la kıyas ederek baktığında Allah’a karşı bir varlık, bir muhtariyet düşünemezsin, “Ben de Muhtarım” diyemezsin. O yöneliştir, orada tevhid cümlesi geçerlidir. Ama ilişkilerini kurarken bir muhtarlığın var ve onun özellikleri var. O muhtarlığın ismi Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’dir. Bu gruptakiler öğrendikleri tevhid cümleleriyle hayata bakıp ilişkilerini yani davranışlarını tevhid cümleleriyle oluşturdukları için Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni görmediler, yok kabul ettiler. Bu yüzden onlara “Cebriyeciler” denmiştir.
Cebriye lügatte şöyle tanımlanıyor: Bâtıl bir fırkadır, cüzî iradenin varlığını reddederler. Bu tanıma baktığımızda görüyoruz ki bir doğru tanım var. Ama bir doğru bu kadar tehlikeli tanımlanmış olabilir: Cebriyeciler’e cüzî iradeyi reddedenler denir. Bu konular karşımıza çok çıkabilir, yanılmamak, sapmamak için doğru tanımı bilmek önemli olduğu için bu vesileyle cüzî iradeyi de anlamaya çalışacağız ama çok fazla açmadan, ana bazı prensiplerini söyleyerek. Cebriyeciler’den anlıyoruz ki kulun sorumluluğunu reddediyorlar, tercih yaptığını kabul etmiyorlar. Dolayısıyla, onlara göre dünya hayatı bir imtihan değil. Eğer size böyle bir tasavvuf anlatan olursa, siz de onu kabullenirseniz işte o hâl bu bâtıl gruptur. Kulun sorumluluğunu reddediyor, onun tercih yetkisini kabul etmiyor. Bunlar olmayınca, ona göre dünya hayatı kul için bir imtihan değildir. Halbuki bütün bunların var olduğunu, böyle olduğunu âyetlerle göreceğiz. İlişkiler başlığı altında bunları göreceğiz. Şu soracağımız çok önemli bir sorudur: Kur’ân’da bu bilgi var olmasına rağmen onlar bunu niye reddediyor? Allah muhafaza etsin, bazıları vardır Efendimiz (SAV)’in hadislerini önemsemez ama Kur’ân’ı kabul eder. Bunlar Kur’ân’ı kabul etmişler. Peki, ayetler olduğu halde niye reddediyorlar? Nedenini göreceğiz. Ancak önce birkaç cümleyle cüzî iradeyi anlamaya çalışalım, “cüzî irade” neye deniyor? Cüzi iradeyi ret mi edeceksiniz kabul mü, okuduktan sonra kendiniz karar verin.
Cüzî irade
Cüzî irade konusu anlaşılamamış konulardandır. Varlığını reddeden de kabul eden de genellikle bilinçsizdir. Neden? Hep tekrar ediyorum gibi ama başka bir şey yok. “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan ancak Allah’tır konusu anlaşılamadığı için, kişi Kelime-i Tevhid’i bu manada söylemediği için cüzî iradeyi anlayamıyor. Onu reddedenlerin de kabul edenlerin de çoğu dûniHİ idraktadır. Onu reddeden her ne kadar İlişkiler’i Tevhid kurallarıyla yürütüyor olsa da, her ne kadar “Muhtariyeti Tercih Gücü yoktur” diyor olsa da hiç farkında değil, kendisi tercihini yapmış, davranışlarında tevhid kurallarını tercih etmiş. Tercihini yapmış, “Ben ilişkileri tevhid kurallarıyla yaşayacağım” diyor. Rasûlullah “Öyle yapmayacaksın” diyor ama o kendisine göre bir tercih yapıyor; “Ben okuduklarımdan böyle anladım, ilişkilerimi tevhid kurallarıyla yapacağım” diyor. Dikkat edin, tercih yaptı, reddettiği şeyi kullandı. Ama sonra kalktı tercih yetkisini reddetti. Demek ki o, tercihi reddetmeyi tercih etmiş!
Cüz nedir, basitçe tarif edelim. Yaratılan herhangi bir kula, ne amaçla yaratılmışsa o amaca uygun olarak, Allah’ın yararlansın diye verdiği ne varsa, ne tür vasıf varsa hepsinin ismi cüzdür. Cüz ifadesi aslında bir edepten kaynaklanır. Şöyle: Siz kulda bulunan bir vasfı bir esmâ ile söylüyorsunuz ama o esmâ Allah’ın. O esmânın Allah’ın olduğunu, kuldakinin bir yetki olduğunu ve kısıtlı, kayıtlı olduğunu belirtmek için, Allah’a ait esmâya tecavüz etmemek için edeben onlar “cüz” adı altında toplanır. Kuldaki özelliklerin hepsi cüzdür, yalnızca irade değil. Eğer kul olarak insanı alırsak, insanın kullandığı, Allah’ın ona verdiği bütün esmâlar cüzdür. Hâl böyleyken, diğer esmâları kabul edip iradeyi reddetmek olmaz. Hepsi cüz. Peki, nasıl yanlış anlaşılıyor? Bu durumda cümlemizi şöyle kuralım: Kuldaki bütün vasıflar cüzdür ifadesi aslında bir edep taşır, fakat Cüz’ün bir manası da Yetki’dir, “Cüz” yetkinin ismidir. Örneğin, benim “BEN” deyişim cüzdür, Allah’ın “BEN” deyişinden bana verdiği yetkiyle “BEN” derim. “BEN” deyişimi Allah’ın “BEN” demesinden ayırırım, çünkü o kulun BEN” demesidir. Kulun, Kul Zat’ın “BEN” demesi Allah’ın “BEN” deyişine göre cüzdür. Esas Muhtar Allah’tır, hüküm sahibi O’dur. Hükmünden bana kullanma vasfı ve yetkisi verdiği kadarıyla o yetkiye ben “cüz” derim, bunu bir kul için söylerim. İzah edebildim mi? Cüz aslında bir yetki manasına gelir, Halifetullah için ise Allah’ın “Adıma kullan” dediğidir. Bir de, herkes kendine göre farklı miktarlarda kullandığı için ona “cüz” denir. Yani herkesin kullandığı yetkiler farklı olduğu için, herkesteki o farklılığı belirtmek için de cüz dersiniz. Her biri ayrı bir cüz, bir kısım. Değil mi?
Fakat dûniHİ algı ve zann’larıyla perdelenen kişi “cüz” kelimesini duyduğu zaman onu “küll”ün dışında bir parça zanneder. Mesela bu masanın tamamını masayı örten şu kağıt temsil etsin. Ondan bir parça alıp masanın dışına çıkardım. Masanın tamamını temsil eden kağıt küll ise, dışındaki bundan gelen parça olarak bu cüzdür. Eğer siz dûniHİ düşünürseniz işte buna “cüz” dersiniz. Dünya dilinde “cüz” budur, bunun dışında bir “cüz” yoktur. Bu bakışla cüz dediğiniz şeyin “dışı” kavramı vardır, dışı vardır. Bir de onun büyüğü vardır, o cüzün alındığı yer vardır. Deniz kenarında olduğunuzu düşünün. Bir kovayla denizden suyu alıp dışına getirin. Dünya diliyle dersiniz ki, bu su denizden bir cüzdür. Bu bakış dûniHİ’dir mübârekler, dûniHİ! Burada “dış” kavramı var. Eğer siz İslâmiyet’teki cüze de ‘dışı’ kavramıyla bakarsanız o şöyle olur: Allah küll, O’nun bir dışı var, kul da dışarıda O’ndan bir cüz. Yani kul da O’nun benzeri, aynası. Ve birbirlerine bakıyorlar… Öyle bir şey yok! Allah diyor ki; “Bu yalandır, iftiradır, bâtıldır ve öyle bir dış kavramı Allah için yoktur.” Billâhi anlamda cüz dışarıda değildir.
Cüz dışarıda değilse nerededir? Yarın devam edeceğiz inşaAllah.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti