Sinemanın etkisi, devletlerin ilgisini çekti
Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Sosyoloji Kulübü ev sahipliğinde gerçekleştirilen 'Sosyal Bilimler Dergileri Platformu 3. Etkinliği', düzenlenen iki oturumla sona erdi. Etkinlikte konuşan 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertan Yılmaz, sinemanın devletlerin propaganda aracı olarak kullanılabileceğini belirtti AKÜ İbrahim Küçükkurt Çok Amaçlı Salonunda gerçekleştirilen ilk oturumun başkanlığını yapan 9 Eylül Üniversitesi [&hellip]
Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Sosyoloji Kulübü ev sahipliğinde gerçekleştirilen “Sosyal Bilimler Dergileri Platformu 3. Etkinliği”, düzenlenen iki oturumla sona erdi. Etkinlikte konuşan 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertan Yılmaz, sinemanın devletlerin propaganda aracı olarak kullanılabileceğini belirtti
AKÜ İbrahim Küçükkurt Çok Amaçlı Salonunda gerçekleştirilen ilk oturumun başkanlığını yapan 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertan Yılmaz açılış konuşmasında 120 yıl önce başlayan sinema sanatının, 20. yüzyılın en önemli fenomenlerinden biri olduğunu söyledi. Yılmaz, sinemanın en başından itibaren toplumla ilişkili diğer sanat dallarına göre çok daha yoğun bir şekilde yaşanmaya başladığını belirterek, “Sinema; insanların, kitlelerin yoğun bir şekilde ilgi gösterdikleri bir ortam haline geldi” dedi. Sinemanın etkisinin zamanla devletin bu meseleye ilgi duymasına neden olduğunu ifade eden Yılmaz, bunun sonucunun ise sansür olarak kendini gösterdiğini anlattı. Yılmaz şöyle devam etti:
“Bu etkili oluşum zamanla devletin de bu meseleye ilgi duymasına yol açtı. Duyulan bu ilginin sonunda ise sansür oldu. Yani sinema, insanları birbiri ile öpüşürken göstermeye başladı. Yasal mesajlar vermeye başladı. Savaş kötüdür demeye başladı. Bu etkileşim üzerine çok yoğun araştırmalar yapılmaya başlandı. Hatta sinema toplum bilimi diye bir disiplin oluştu. Hem sosyal bilimlerde hem de sinema alanındaki gelişmelerde çapraz disiplinlerarası diyebileceğimiz bir disiplin oluştu.”
1920’LERİ ANLAMAK GEREKİYOR
İlk oturumda söz alan 9 Eylül Üniversitesi Öğretim Elemanı Arş. Grv. Dr. Emrah Suat Onat, 1930’lu yıllarda sinemayı doğrudan etkileyen bir süreçle karşı karşıya kalındığını belirterek, “1930’ları anlamak için de 1920’leri anlamak gerekiyor. Kükreyen 20’ler adı verilen, zenginliğin çok arttığı, ekonominin yükseldiği, borsanın ve servetin yükseldiği sıkı Viktoryan ahlaktan yavaş yavaş kurtulmaya başlandığı, artık kadınların saçlarını kısa kestirebildiği bir dönemden bahsediyoruz. Bu özgürleşme sürecine sözde bir alkol yasağı, içki yasağı da eşlik ediyor ama filmlerde de olduğu gibi son derece kolay bir şekilde bunun üstesinden geliniyor. Çok tuhaf bir dönem. Herkes korkunç zenginleşiyor” dedi. Amerika’da halkın zenginleştiği bu dönemde herkesin borsaya yatırım yaptığını anlatan Onat, “Ellerinde ne var ne yok borsaya yatırıyorlar. Devamlı yükselen bir borsadan bahsediyoruz. İnsanlar evlerini bırakıyor. Çiftçiler tarlalarını ipotek ettiriyor. Bankalardan aldıkları paraları borsaya yatırıyorlar. Dur durak bilmeyen bir yükselişten bahsediyoruz. Bu arada tabi teknoloji de gelişiyor. Bizim için bugün son derece sıradan olan ev aletleri yaygınlaşmaya başlıyor” ifadelerini kullandı. 1929 yılına gelindiğinde tüketimde yaşanan ciddi azalmanın beraberinde dünyanın en büyük ekonomik krizini getirdiğini anlatan Onat, şöyle devam etti:
“Dünyanın en büyük ekonomik krizi meydana geldi. 29 Ekim 1929 Büyük Buhran. Ben dünya tarihinde en azından Amerika için 2 büyük olay yaşandığını düşünüyorum; bir tanesi Büyük Buhran’dır öteki de İkinci Dünya Savaşıdır. Büyük Buhran bir şekilde İkinci Dünya Savaşı’na da neden olmuştur. 1920’lerde ki böyle korkunç bir yükselişin ardından bir anda her şey çöküyor. Bu, Hollywood’un sesli döneme geçişine denk geliyor. Hollywood’taki sinemaları günümüzün sinemaları gibi düşünmeyin, çok büyük sinemalar. Hatta bunlara sinema denmiyor bazılarının adı saray olarak geçiyor. Bunların seslendirilmesi yani ses sistemlerinin satın alınması yerleştirilmesi gerekiyor. Bu çok büyük bir meblağ ediyor. Hollywood bu nedenle Wall Street’le ortaklıklar kurmaya başlıyor. Fakat 1929 yılında Wall Street bir anda çökünce başka sektörler de onunla birlikte çöküyor.”
SİNEMA SEYİRCİSİ, KRİZ DİNLEMEDİ
Yaşanan büyük ekonomik krize rağmen sinema izleyici sayısının arttığını anlatan Onat, “Bu son derece anlaşılabilir bir şey çünkü zaten ekonomik olarak son derece kötü bir süreç yaşayan insanlar ellerinde kalan son paralarıyla güzel hikâyeler izlemeye gidiyorlar. Bu, çok şaşırtıcı bir şey değil” dedi. Sinema seyirci sayısında yaşanan artışın ABD Borsası Wall Street’in dikkatini çektiğini anlatan Onati bu dönemde Hollywood sinemasında değişimler yaşandığını belirtti. Onat şöyle konuştu:
“Hollywood 1930 yılında rekor izleyici sayısına ulaşıyor. Bu açıkçası Wall Street’in de iştahını kabartıyor. Çünkü diğer sektörler gerçekten çok kötü bir durumda. Fakat tabi bu böyle gitmiyor. İnsanlar giderek fakirleşmeye başlıyor. Her ne kadar Büyük Buhran bir bolluk krizi olsa da, insanlar aşırı fakirleşmeye başladılar. Çünkü alma güçlerini kaybettiler. 1930 yılından sonra insanlar sinemaya gidememeye başlıyorlar. Kurdukları ortaklık sebebiyle Wall Street diyor ki satacak filmler çekin. Sinemanın ilk gününden itibaren cinsellik ve şiddet satar. Büyük Buhrandan sonra yani 1931 yılında gangster filmleri ortaya çıkıyor. İnsanlar kendi yitirdikleri kuvvetlerini ve iktidarlarını artık devlet büyüklerine karşı kaybettikleri güveni filmlerdeki mafya babalarına aktarmaya başlarlar. Daha sonra bu kadar şiddete yönelinmesi tabi muhafazakâr kesimin tepkisini çeker. Bu tepkilerin başlanması ile insanlar sinemaya gitmezler. Sinemaya gitmedikçe Wall Street sinemaya bastırır sat diye. Cinsellik dolu filmler diyeceğim ama aklınıza seks filmleri gelmesin. Nispeten bugün çok soft olarak bilinen kadınların daha rahat giyindiği dekoltelerin daha açık olduğu filmlerdir bunlar.”
SİYASAL FİLMİN TEMSİLCİSİ YILMAZ GÜNEY
9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Elemanı Arş. Grv. Ufuk Tambaş ise “Yılmaz Güney ve Yavuz Özkan Sinemasında Toplumsal Muhalefetin Temsili” konulu sunumunda Türkiye’de sinemanın 1950 yılında başladığını belirterek, “Bu sinemanın toplumsal hareketlenmeyi, toplumdaki göç hareketini merkeze alan ve bununla birlikte ortaya çıkan sorunları da sinemasal öykülere konu ettiği filmlerin 60’lı ve 70’li yıllar arasında yoğun olarak yapıldığını biliyoruz” dedi. Türkiye’de Yılmaz Güney’in başlattığı bir siyasal sinema çizgisi olduğunu ifade eden Tambaş, bu konuda bir diğer önemli ismin ise Yavuz Özkan olduğunu söyledi. Tambaş, “Bir de Yavuz Özkan’ın önemli bir biçimde önemli filmlerle dâhil olduğunu söylemek lazım. Yavuz Özkan’ın 1978 ve 1979’da yaptığı 2 film ki, Maden ve Demiryol filmleri gerçekten kendi başına başardığı çok önemli filmler. Hatta Demiryol filmi belki siyasal sinema yaklaşımı açısından Costa-Gavras’ın sıkıyönetimine benzeyen bir film. Tıpkı siyasetteki temsil gibi sinemada da o toplumsal sınıfların bireylerinin sinemasal anlamda temsil edildiği filmler söz konusu” diye konuştu. Özkan’ın Demiryol filminin 1979 yılında sansür kurulundan geçemeyerek, Antalya Film Festivali’ne katılamadığını da anlatan Tambaş, şunları söyledi:
“1978 yılında Maden Antalya’da en iyi film ödülünü almıştı. 1979 yılında Demiryol filmi ile Yavuz Özkan Antalya Film Festivali’ne yeniden katılıyor. Film, sansür kurulundan geçemiyor ve bazı sahnelerin çıkarılması isteniyor ama Yavuz Özkan buna karşı çıkıyor. O yüzden filmi Yusuf ile Kenan filmi ile birlikte geri çekiyorlar. Diğer bütün yapımcılar da tüm filmlerini çekince Antalya’da o yıl film festivali yapılmıyor. 2010 ya da 2011 senesinde 1979 yılındaki filmler tekrar yarıştırıldı ve Demiryol filmi 1979’un ödülünü o zaman aldı.”
YENİ TÜRK SİNEMASI NE DURUMDA?
Daha sonra söz alan 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Elemanı Arş. Grv. Zehra Zıraman ise Türkiye’de Eşkıya, Vizontele gibi Türk sinemasının popüler tarafını bir kenara iterek gerek ulusal gerekse uluslararası festivallerde dikkat çeken yapımlar olduğunu söyledi. Zıraman, alternatif üretim şekillerini müjdelemeye başlayan yönetmenler olduğunu belirterek, “Bu yönetmenlerin baskın bir politik düşünceleri yok. Olsa bile bunu filmlerinde çok yoğun bir biçimde anlatmak istemiyorlar” dedi. Zıraman şöyle konuştu:
“1990 sonrasında bahsettiğim bu kanat, Derviş Zaim’in Tabutta Röveşata filmi ile başlayıp onu izleyen Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerin başını çektiği ve aslında günümüzde süren üretimin ilk kuşağı olarak tanımlayabileceğimiz öncü yönetmenlerden oluşuyor. Bu sinema tırnak içinde “Yeni Türk Sineması” olarak adlandırıldı. İlk çıktığı zaman “Bağımsız Sinema” dendi; sanat sineması içine sokuldu. Birçok adlandırma çalışması yapıldı. Bu, 1990 sonrası üslup kurma çabası içinde olan kişisel yönetmenlerin filmlerindeki değişime yaptıkları vurgudan kaynaklandı. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Vefa Erdem, Ümit Ünal, Semih Kaptanoğlu, Yeşim Ustaoğlu özellikle bu üretime damga vuran öncü isimlerden oldu. Bu yönetmenler hem kişisel sinemalar yapmaya çalıştılar, hem de kendi içlerinde sinemaları dönüşmeye başladı. Dönem dönem hem temasal olarak hem de üretim biçimi olarak birbirleri ile de kesiştiler ama hepsinin şöyle ya da böyle başarıya ulaşmış ya da bütünlüğe ulaşmış bir üslup kurma deneyimi veya çabası oldu. Devam da ediyor.”
GÜNDELİK HAYAT DA İLGİ ALANINDA
9 Eylül Üniversitesi Öğretim Elemanı Arş. Grv. Emel Yuvayapan ise gündelik yaşam kavramının 1970’lerden sonra post modern ve deneysel sanatla sadece sanatın değil sosyolojinin ve politikanın popüler bir konusu haline geldiğini söyledi. Yuvayapan, “Gerçekten çok sık ele alınıp, çok sık işlenen bir konu. Neden bu kadar moda olduğuna baktığımızda temelinde büyük anlatıların çöktüğü fikrinin olduğunu görebilirsiniz. Yani artık sanatçı veya düşünürler ‘bizim toplumu açıklayabilmemiz için büyük kuramlar vardı ama artık o kuramlar iflas ettiler’ diyorlar. Biz toplumu artık daha küçük küçük noktalarını ele alarak açıklayabiliriz” dedi.
Sanat, felsefe ve tarih gibi alanların dışladığı gündelik yaşam konusunun bu noktadan itibaren sanatın, sosyolojin ve politikanın alanı içerisine girmeye başladığını anlatan Yuvayapan, şöyle dedi:
“Önemli olan noktalardan birisi de kamu ve özelin, küreselle yerelin, siyaset ve hayat gibi kavramların ayrılmaya başlanması ve gündelik yaşam meselesinin çoğunlukla ikincilere ait yani yerele, özele ve hayata ait bir kavram olarak ele alınması. Bunun da sonucu olarak gündelik yaşam çalışmaları daha çok kültür alanına hapsedilmiş bir alan olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Tüketim alışkanlıkları, boş zaman, popüler kültür meselesi üzerinden ele alınıyor. Dolayısıyla da kavram tarihsel ve toplumsal bağlamından koparılmaya başlanıyor. Aslında herkes gündelik yaşam kavramını kullanıyor ama tam olarak neden bahsettiğini insanlar birbirini anlamadan sürekli olarak kullanmaya devam ediyor.”(Kocatepe Haber Merkezi)
HER FİLMİN POLİTİK YANI VARDIR
9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Elemanı Öğr. Gör. Burak Bakır ise her filmin politik bir yanı olduğunu belirterek siyasal sinema ile bunun ayrılması gerektiğini dile getirdi. Bakır, siyasal sinemanın siyasal bir bilinçle yapılan filmler olarak adlandırılması gerektiğine dikkat çekerek, şunları ifade etti:
“120 yıllık sinema tarihine baktığımız zaman 2 tane önemli alan vardır. Bunlardan bir tanesi film pratiğinin kendisi, bir tanesi ise sinema kuramıdır. İşin film pratiği kısmında sinemanın özellikle bu siyasal boyuta sıçraması çok erken tarihlerde belki Sovyet devrim sineması ile beraber olan bu işin siyasal boyutunda nasıl film çekilir şeklinde bir siyasal sinemanın ortaya çıktığını görüyoruz. Fakat sadece bu değil. Farklı bir coğrafyada, farklı bir kültür atmosferinde Alman ekspresyonist sinemasının da benzer bir eğiliminin olduğunu görüyoruz.” 1980’lerden sonra dünya genelinde görülen merkez sağ dalganın dünyayı değiştirmeye başladığını kaydeden Burak “1990’da ise soğuk savaşın sona ermesi ile beraber büyük anlatı hikâyeleri gündemden çekiliyor. Bu sadece siyasette değil, sinemada da büyük anlatı gündemden çekiliyor. Bu sefer iş film çözümlemelerine, film analizleri ya da gündelik hayatın parçaları ile ilgilenmeye dönüşüyor. Dünyayı değiştiremiyorsan, dünyaya adapte ol, dünyanın içine gir politikaları gündeme gelmeye başlıyor” diye konuştu.