Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

ŞEYHLER KUVÂYI MİLLİYE İÇİNDE YER ALDILAR

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri sultanların tasavvufa ve tekkelere olumlu bakışı sürdürmesi ve özellikle XIX. yüzyılda III. Selim, II. Mahmud, Abdülaziz ve II. Abdülhamid gibi dirayetli padişahların devletteki gerilemeyi durdurmak için devletin kurumlarıyla birlikte tekkenin de ıslahı için dönemin ileri gelen sûfîleriyle birlikte ortaklaşa çalışmalar yürütmeleri aradaki tarihî dayanışmanın ne derece köklü olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca onların bu siyasetinin sebebi devletin kuruluş devri vizyon ve misyonuna bir vefa ve aynı zamanda vazgeçilmez sayılan bu geleneksel ilişkinin sürdürülmesidir. Buradan şu anlaşılmaktadır: İlk Osmanlı beyleri nasıl ki Beylikler dönemindeki kargaşadan etkin şeyhlerin maddi ve manevi dinamikleri muhtevî vizyonlarından da yararlanarak dağılan İslâm ümmetini i‘lâ-yı kelimetullah ve gaza şuuruyla toparlayıp yeni bir devlet kurmak suretiyle zaman içerisinde “İslâm Birliğini” başarmışsa, çöküşten de yine onların tüm toplumu kucaklayıcı düşünce yapılarının özü olan Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” özdeyişindeki vizyonlarına ve gerekli yenilikleri de yapmak suretiyle tekrar bu hedefe dönülmekle çıkılabilir görüşünde olmalarıdır. Bu yüzden XIX. yüzyıl içindeki genel ıslahat hareketleri içinde tekkelerin ve tarikatların ıslahına ve tarihî fonksiyonel yapılarına kavuşmalarına da ayrıca önem verilmiştir. Bilhassa II. Abdülhamid döneminde İslâm birliği gayesine dönük faaliyetler içerisinde bu niyet daha da belirginleşmiştir. XIX. yüzyıl bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir (Özsaray, 2018, s.7).
Kuvâyı Milliye İçinde Yer Aldılar
XIX. yüzyılda selatin-meşayih ilişkileri ve tekkelerle devletin dayanışması her dönemde olduğundan daha önemli hale gelmiştir. Bunun sebebi toplumun ve devletin çöküşten kurtarılmasıdır. Bunun için kâmil mürşidlere kuruluş ve gelişme devirlerinde olduğu gibi çöküşten kurtulmak için de yeniden görev düşmüştür. Çünkü tekkeler halkla iç içedir, halkın da devletin ortaya koyduğu hedefe uygun şekilde bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Buna karşın devletin kurtuluşunu Batılı düşüncelerin ve değerlerin topluma aynen adaptesinde görenler tarafından üstü kapalı tekkeyi hedefe koyanlar ve bunların ortadan kaldırılmasına dair fikirler ileri sürenler var olsa da kadim geleneğe bağlı padişahların temsil ettiği devlet aklının bunlara itibar etmeyip özellikle tekkeyi diri tutma çabasına giriştikleri görülmektedir. Ancak II. Abdülhamid devrinde bu kadim anlayış yerine Batı’dan devşirilmiş düşünce ve değerleri kurtuluş çaresi olarak görenlerin zamanla iktidara taşıdığı İttihat ve Terakki Partisi devleti çökertmek isteyen küresel oyunları göremeyip maceracı politikalara bel bağlayınca felaket beraberinde gelmiş ve devlet çökmüştür.
Oysa dışarıdaki ve içerideki Batıcı zihniyet mensupları tarafından müştereken her zaman ötekileştirilen ulema ve meşayihin bunlara aldırmadan vatanın selameti için kuvâ-yı milliyehareketleri içerisinde bulunmaları ve Kurtuluş Savaşı döneminde istiklal mücadelesinde gönüllü olarak yer almaları bu zatların her zaman devlet ve milletle dayanışma içerisinde olduğunun ve geçmişte İttihatçıların devirdiği II. Abdülhamid’in medrese ve tekkeyi de devreye sokarak çöküşten kurtulma tercihinin ne kadar isabetli bulunduğunun ileriki yıllarda ortaya çıkan bir başka delilidir.
Bu yüzyılda devletin gündemine aldığı ve dönemin önde gelen meşayihinin de destek verdiği siyaset, tekkenin aksayan taraflarının ıslahıyla dağınıklığı toparlamak için merkezîleşme eğilimine giren devlet yapılanması içerisinde tekkelere de bir çekidüzen verip onları yeni merkeziyetçi anlayış çerçevesinde denetim ve gözetim mekanizmalarının içine dâhil etmektir. Bundan dolayı devlet hakiki anlamda bu hareketin içinde olan, fert ve toplumu İslâm’ın ilkeleri doğrultusunda irşad eden ve “Devlet-i Aliyye” idealine bağlı kalan mürşid-i kâmilleri ve tekkeleri heryönüyle himaye etmiş ve onlarla dayanışma içerisinde varlığını sürdürmeye çalışmıştır (Özsaray, 2018, s.8).
Osmanlı Devleti kuruluş asrında İslâm medeniyetine has tekke kurumunu vakıf müessesesiyle bütünleştirerek kendi devletini üzerine oturttuğu temel sivil kurumlardan biri haline getirmiş ve son zamana kadar bu kurumu ve onun merkezinde olan “ulûm-ı şer’îyyede mâhir ve ma’ârif-i sûfiyyede ehliyeti zahir” (Basbakan-lık Osmanlı Arşivleri. C. EV. 340/17265.) yani şeriat ve marifet ilmini bilen şeyhleri himaye etmiştir. Osmanlı sultanları ve devlet ricali “şeyh-i mûmâ ileyh vücûh ile riâyet ve âtıfete şâyân da’avât-ı hayriyyesi iğtinâm olunacak zevâttan olduğundan” (Basbakanlık Osmanlı Arşivleri C. EV. 340/17265) ibaresinde de görüldüğü üzere şeriat ilimlerinde mahir ve tarikat usûllerinde ehliyetli şeyhlere riayeti, onlara sevgi beslemeyi, kendilerine iyilikte bulunmayı ve hayır dualarını almayı ganimet bilen bir anlayışa sahiptir. Osmanlı hanedanı ve devlet ricalinin bu anlayışıyla üç kıtaya uzanan geniş ülkenin köy ve kasabalarına kadar her köşesinde teşkilatlanan tekke ve zaviyelerin ve onlara nezaret eden şeyh efendilerin devletle işbirliği ve hedef birliği içerisindeki faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yıkılışına kadar sürmüştür (Özsaray, 2018, s. 14).

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti