Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

OSMANLI’DAN ÖNCE DE ANADOLU, DERVİŞLER COĞRAFYASIYDI

Anadolu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önceki yüzyılda, Şihabeddin Sühreverdi, İbn Arabî, Şems-i Tebrizi, Ahi Evran, Mevlana Celaleddin Rumi, Sadreddin Konevi, Yunus Emre gibi dervişlerin öne çıktığı bir coğrafyadır. Bu dervişler Anadolu insanının duygu ve düşünce dünyasında derin izler bırakmıştır (Erginli, tarihsiz, s.194).
İslâm dünyasında on ikinci asırda kurumsallaşan tasavvuf düşüncesi, tarikatlar vasıtasıyla İslâm dünyasının geniş coğrafyasında varlık göstermiştir. Osmanlı devletinin kuruluşuyla Osmanlı toprakları pek çok tarîkatın ilgi odağı ve faaliyet alanı haline gelmiştir (Uçman, 1993, s.534).
Anadolu’nun Selçuklu hâkimiyetine geçmesinden sonra gelen göçmenler arasında bulunan erenler Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere bu yeni topraklarda tarikatlarını yaymaya başladılar. Selçuklu döneminde başlayıp Osmanlı döneminde de devam eden göçmenler arasında bulunan tasavvuf erenleri Anadolu’ya üç merkezden gelmişlerdi. Bu merkezler Horasan, Erdebil ve Şirvan idi. Horasan Yesevîlik, Kübrevîlik ve Nakşibendîliğin, Erdebil Safevîliğin, Şirvan ise Halvetiliğin merkezi konumundaydı. (Köse, 2012, s. 30-31)
İşte bu erenler sayesinde Anadolu ve daha sonraki asırlarda Osmanlı devletinin fethettiği yeni coğrafyalar tasavvufî düşünce ile tanışmış oldu. Böylece bu dervişlerin yerleştiği yerlerde kendilerine bağlı göçmen grupların iskân edilip yerleşik hayata başlamaları da sağlanmış olmaktaydı. Müslüman bir yerleşkenin cami ile başladığı bilinen bir gerçektir ki bu uygulamayı önce Peygamber Efendimiz (s.a.v) başlatmıştı. Diğer Müslüman fâtihler gibi Selçuklular da bir yeri fethettikleri zaman oranın en büyük kilisesini kılıç hakkı olarak camiye çevirmişlerdir. Bu camilere fethiye camileri denilir. Bunlardan Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında mevcuttur. (Çetin,1990, s.170)Bu camiler şehirlerin adeta kalbi durumundadır. Müslümanlar orada dînî ve sosyal her türlü ihtiyacını giderirler. Bu bakımdan olsa gerek şeyhler ve dervişler de tekke ve zaviyelerini henüz kurmadan önce camilerin çevresinde yerlerini almışlardır.(Çetin,1990, s 173) Nitekim günümüze kadar gelen birçok Selçuklu külliyesinde cami, medrese ve tekkenin bir arada bulunduğunu, hatta şifahane, imaret gibi sosyal kurumları da içine alan geniş mekânlar olduklarını biliyoruz. Bu müesseselerin etrafında oluşan çarşı ve mahalleler ise Müslüman şehrin diğer unsurları olmuştur. Böylelikle devlet ricali ve cemaat gerek ibadet için camiye geldiğinde, gerek beşerî ihtiyaçlarını karşılamak için külliyenin diğer bölümlerine uğradığında bir müderris veya bir şeyhle her zaman karşılaşma imkânına kavuşmakla ilmî ve rûhî meselelerine çözüm bulma imkânına kavuşmuş olmaktaydı. Bu külliyeler sayesinde toplumda havas denilen âlim ve ârifle avam denilen halk tabakası, zenginle fakir, sultanlar ve devlet adamlarıyla tebaa tanışması ve kaynaşması gerçekleşmekteydi. Şüphesiz müderrisler ve şeyhlere bütün bu imkânları verenler ise kendilerine son derece saygı duyan sultanlar ve diğer devlet ricali idi. Devletin verdiği bu imkânlar sayesinde onlar da faaliyetlerini rahatça yapmaktaydı. (Özsaray, 2018, s.28)

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER