Mevlana ilahi aşkı, simgelerle anlatmıştı

“Uluslararası Sultan Dîvânî ve Mevlevîlik Sempozyumu”nda konuşan Bayburt Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Nazire Erbay, Mevlana'nın ilahi aşkı simgelerle anlattığını söyledi Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı tarafından düzenlenen ve Afyonkarahisar Valiliği, Afyonkarahisar Belediyesi ile Afyonkarahisar Ticaret ve Sanayi Odası'nın destekleriyle düzenlenen “Uluslararası Sultan Dîvânî ve Mevlevîlik Sempozyumu”nda birbirinden dikkat çekici sunumlar yapıldı.MEVLANA'NIN RUBAİLERİ İNCELENMELİAKÜ [&hellip]

Mevlana ilahi aşkı, simgelerle anlatmıştı

“Uluslararası Sultan Dîvânî ve Mevlevîlik Sempozyumu”nda konuşan Bayburt Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Nazire Erbay, Mevlana’nın ilahi aşkı simgelerle anlattığını söyledi

Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı tarafından düzenlenen ve Afyonkarahisar Valiliği, Afyonkarahisar Belediyesi ile Afyonkarahisar Ticaret ve Sanayi Odası’nın destekleriyle düzenlenen “Uluslararası Sultan Dîvânî ve Mevlevîlik Sempozyumu”nda birbirinden dikkat çekici sunumlar yapıldı.
MEVLANA’NIN RUBAİLERİ İNCELENMELİ
AKÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kasım Turhan’ın yönettiği “Hazreti Mevlana, eserleri ve sofizm” başlıklı oturumda konuşan Bayburt Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Nazire Erbay, Mevlana’nın simgesel kavramlarla ilahi aşkı anlattığını belirtti. Şarap, aşk, kadeh, saki gibi kavramların Mevlana’nın rubaileri incelendiğinde ilahi aşkı temsil ettiğini belirten Erbay, bu kavramların iyi anlaşılması gerektiğinin altını çizdi.
AŞKTA DÜŞKÜNLÜK VARDIR
Mevlana’nın ruhunun anlaşılmasının emek istediğini kaydeden Nazire Erbay, “İnsanların birbirini tanıması ve anlaması oldukça zor. Bu durum ruh ve halle alakalı olduğunda daha da güçleşiyor. Mevlana’yı anlamak için sadece aşk kavramını anlamaya çalışmak iddialı olacak, ama belki bir meseleyi kolaylaştıracağız. Aşk, kainatın güçlendirici iksiri, tüm ahenklerin sebebi ve tesiri, ışıktaki parlaklık, şarap ve ateşteki sıcaklıktır. Güzel kokuların özüdür. Dinde duygu faktörü, tasavvufta ise cevherin özüdür, velinin imanıdır. Mevlana ‘Aşkta ne üstünlük, ne alçıktır vardır. Aşkta düşkünlük, kalenderlik vardır’ diyor. Özü varlığın başlangıcını doğrudan anlatmak tasavvufi düşüncede başvurulan bir yöntem değil” dedi.
İLAHİ AŞK, SİMGELERLE ANLATILIYOR
Sembollerin anlamını açıklayan Erbay, “Mevlana, eserlerinde aşkı sembollerle anlatmayı uygun buluyor. Şarap, aşk, kadeh, saki kavramları, soyut anlamlarla değerlendirmeye çalışacağız. Mevlana’ya göre mananın peşine düşmeli, onu yakalama çabasında olunmalıdır. Mananın özüne varılırsa her türlü anlatım tarzı amacına ulaşıyor. Bunda amaç, hem anlayana örtülü bir mesaj vermek, anlamayanlara karşı da sırrın korunmasını sağlamaktır. Suretle yetinmemeli, mananın içyüzüne ulaşılmalıdır” diye konuştu.
TASAVVUF EHLİNİN AŞK HALİ
Mevlana’nın rubaileri konusunda yaptığı incelemelere dayanarak görüşlerini paylaşan Erbay, “Mevlana’nın diline genel anlamda baktığımız zaman, tasavvuf edebiyatı ve Fars dilindeki tabakalardan beslendiğini görürüz. Mevlana’nın rubaileri, ilahi aşkla kendinden geçen tasavvuf ehlinin ruh dünyasını tasvir eder. Rubailerde bu hava vardır. Öğretici mısralar da vardır, ama daha çok kendi iç dünyasıyla bir hasbihal haldedir” ifadelerini kullandı.
AŞIK, YANIP KÜL OLUR
“Şarap” kelimesinin Allah’a ulaşılmasına bir vesile olarak kullanıldığını belirten Erbay, şarabın manevi anlamda düşünülmesi gerektiğini söyledi. Erbay, şöyle devam etti:
“Mevlana’nın tekamül sürecini anlatmak için kullanılan sembollerden birisi şarap. Allah aşkının vasıtasıdır şarap. Şarabın insana verdiği duygu gibi Allah aşkının da insana bir iç sarhoşluğu vermesi muhakkaktır. Allah’ın tecellisi ile meydana gelen sarhoşluktan gerçek sırlar belirir. Şarap, ruh coşkunluğu için bir araçtır. Gerek içkinin kendisi, gerek içerken ve içtikten sonra insana verdiği haller, gerekse içiliş şekli şairin vazgeçemediği hallerdir. Mevlana, aşkın bütün varlıklarda bulunduğunu, bütün varlıkların kendi istidadınca kemale doğru aşk ile yüceldiğini anlatır. Burada bahsi geçen şarap bir remizdir. İnsanı manevi neşeye gark eden cezbeye işaret eder. Şarabın içinde üzüm tanesi gözükmez. Üzümün şarapta erimesi gibi aşık da ilahi aşk ateşi içinde yanıp kül olur.”
KADEH TASVİRİ DE “SIRADAN” DEĞİL
Erbay, şarapla birlikte “meyhane” kavramının da irdelenmesinin yerinde olacağına dikkat çekerek “Şarap meyhanede içilir. Meyhane, Vahdet’e eriştiren bir yoldur. Alemin her köşesi, görene aslında bir meyhanedir. Zira meyhane, tasavvufi bir mecaz olarak kulun aşk ve şevk ile Rabbi’ne münacaat ettiği yerdir. Meyhanede içilen şaraptır ki aşk yolcusunun kendisinden geçmesine neden olur. İlahi aşkı simgeleyen şarap, tasavvufta yerlere ve göklere sığmayan Allah’ın, Mümin gönüllere sığdığı düşüncesidir. Akıl, aşk kavramları sık sık karşılaştırılır. Aşk, aklın önündedir. İlahi yolculukta aşk galip gelecektir. Mevlana, sıradan bir kadehi tasvir etmez. Orada Allah’ın varlığına işaretler vardır. Saki tasavvufta aşk şarabını verendir. Zamanın kutbu, kılavuzu şeyh anlamında kullanılır” dedi. (Kocatepe Haber Merkezi)

Sahih te’vilin temsilcisi: Mevlana

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Sema Özdemir,
Mevlana’nın Kur’an-ı Kerim’i sahih te’vil yöntemiyle açıkladığını belirtti

“Uluslararası Sultan Dîvânî ve Mevlevîlik Sempozyumu”nun “Hazreti Mevlana, eserleri ve sofizm” oturumunda sunum yapan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Sema Özdemir, Kur’an-ı Kerim’i yorumlama yöntemi olan te’vilin herkes tarafından yapılamayacağını söyledi. Özdemir, “Hazreti Mevlana’nın Tevil yöntemini araştırmak istedim. Tefsir tarihinde dirayet, rivayet ve işaret olmak üzere 3 usül görüyoruz. Özellikle işaret, sufilerin tercih ettiği, tasavvufa yönelimi olmayan müfessirlerin de pek tercih etmediği, hata tenkit ettiği bir yöntem. Tasavvuf tarihini 3 grupta inceliyoruz. Bunlardan birincisi, tasavvuf tarihinin ilk oluşum dönemi. Bu dönemde çoğunlukla ahlaki birtakım meseleler öne çıkıyor. Bunun arkasından tasavvuf dönemi dediğimiz yeni bir dönem başlıyor. Bakıyoruz ki daha çok derinleşmeye başlıyor sufiler. Bu dönemde ortaya çıkan asıl mesele Vahdet-i Vücut. Bu dönemin arkasından da tarikatlar dönemi gelecek. Vahdet-i Vücut düşüncesinin bu tarikatlarda da öne çıktığını görüyoruz” dedi.
ASILLARIN, ASILLARININ, ASILLARI
Kur’an-ı Kerim’i tesfir etme şeklinin gelişen olaylardan etkilendiğini belirten Özdemir, şöyle konuştu:
“Ahlaki meselelerin üzerine bir şeyler daha eklenince bu sefer kişinin tecrübesi ortaya çıktı. Varlık, alem gibi hususlar daha çok tartışılmaya başlandı. Vahdet-i Vücut’la iştigal eden kişilerin Kur’an’a bakışı da farklıydı. Özellikle varlığın katmanları, ruhlar alemindeki durumu, insan neydi; nereden nereye geldi. Bu süreç içinde neler yaşadı gibi hususlar konuşulmaya başlandı. Bu görüş, Kur’an tefsirini etkiledi. Mevlana hazretlerine göre mana bir kabukla örtülüdür. Manayı gördüğümüzde hakikatte ne denilmek istendiğini görürüz. Mevlana, her ayetin bir zahiri bir batını, o batının da 70 batını vardır, der. Mesnevi’nin birinci cildinde, bu kitap asılların, asıllarının asıllarıdır, der. 3 aşama kat ediyoruz, varlık dairesinde çizdiğmiz gibi bir daire kuruyoruz. Varlık dairesine çıktığımızda en üst seviyenin kimsenin anlaması mümkün değildir. Sahih tevil, insanda ibadet aşkını artırır, batıl tevil ise insanda bazı ibadetlere karşı gevşek davranılmasına yol açar. Bazıları nefsane bir şekilde yorum yaparlar, bazıları da akıl yürütemedikleri için yorum yaparlar.” (Kocatepe Haber Merkezi)

Kainatta sürekli bir varoluş sürüyor

Gaziantep Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ayşe Eroğlu,
Mevlana’ya göre kainatta sürekli bir varoluşun sürdüğünü vurguladı

“Uluslararası Sultan Dîvânî ve Mevlevîlik Sempozyumu”nda “Mevlana’da ontolojik bir yorum denemesi” başlıklı sunumunu katılımcılarla paylaşan Gaziantep Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ayşe Eroğlu, Mevlevilik’e farklı bir tarzla yaklaştı. Mevlana’yı felsefi açıdan değerlendiren Eroğlu, “Mevlana’ya göre bir var oluş vardır, kainatta her an devam eden bir var oluştur bu. Bununla birlikte varlık var olmakla birlikte yokluğun varlığı düşünülemez. Mevlana’ya göre kainatta bir varoluş vardır ve yokluk yoktur. Kainattaki yokluk göreli bir yokluktur. Allah’ın yaratmasına bağlı bir yokluk vardır. Mevlana bu varoluşu sürekli bir oluşum olarak değerlendirmektedir. Mikrokozmoz olan insanın makrokozmoz olan kainatı anlamlandırdığını görebiliriz. Kur’an’ın ifadesiyle O’nun bir emri, bir şey dileyince sadece ‘ol’ demektir. Hemen oluverir. Rahman Suresi’nde geçen O her an yeni bir iş ve oluştadır. Bu ifadelerden şunu anlayabiliriz: Hem bir varoluş, hem de varoluşun süreçsel olarak devam ediyor. Bu da kainatta devamlı bir hareketliliğin olduğunu düşünmemize neden olur” dedi.
İÇKİN VARLIK, AŞKIN VARLIĞA BAĞLIDIR
İnsanın, var olması için kendi gücünün yetmeyeceğinin altını çizen Eroğlu, “Varlık, özne-nesne diyalektiği olarak değerlendirilebilir. İçkin varlık, varlığı aşkın varlığa bağlı olandır. Aşkın varlık ise kendisi var olandır. Kainatı zaman ve mekan çerçevesinde kavrarız. İnsan sonlu bir varlıktır. Kainatla bir ilişki içindedir. Bu ilişkinin bütünselliğini Allah gerçekleştirir. Mevlana’da Allah varlığı için hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendiliğinden var olan aşkın varlıktır. İçkin varlık ise, bütün varoluşuyla Allah’ın var edişine bağlıdır. Evrende her şey Allah’a doğru gitmektedir. Mevlana’ya göre yaratılmış her nesnede Aüllah’ın bir tecellisi vardır” diye konuştu. (Kocatepe Haber Merkezi)

Afyon Mevlevihanesi, ayrı bir yere sahip

Afyonkarahisar Mevlevihanesi, köklü bir tarihçeye sahip.
Mevlevihane’nin Konya’dan sonra ilk açılanlar arasında olduğu belirtiliyor

Mevlevîhâneler içerisinde ilk açılanların başında, Konya’dan sonra Karahisâr-ı Sahib Sultan Dîvânî Melevîhânesi geliyor. Mevlevîliğin, Karahisâr-ı Sâhib’de yaygınlaşmasının Hz.Mevlânâ ve torunu Ulu Arif Çelebi’nin buraya yaptıkları ziyaretler sonucunda olduğunu söylenebilir. Ulu Arif Çelebi, Mevlevîliğin geniş coğrafyalara yayılması için önemli seyahatlerde bulunarak gittiği yerlerde devlet idarecileri tarafından en üst seviyede ağırlandı.
SÜNNET MERASİMİ AFYON’DA
Hz.Mevlânâ, 6-7 yaşlarında olan oğulları Sultan Veled ile Alâaddin Çelebi ile birlikte Kale Muhafızı Bedrettin Gühertaş’ın davetlisi olarak Afyonkarahisar’a gelir, çocuklar da burada sünnet olur.Daha sonraki yıllarda torunu Ulu Ârif Çelebi’nin Mevlevîliği yaymak amacıyla buraya geldiği anlaşılıyor.
ULU ARİF ÇELEBİ’NİN EMEĞİ ÇOK
Hz.Mevlânâ’nın torunlarından Ulu Arif Çelebi,babası Sultan Veled’den devraldığı icraatlarının takipçisi ve devamlılığını sağlamakla Mevlevîliğin geniş coğrafyalara yayılmasında ve kurumsallaşmasında önemli icraatlarda bulundu. Lârend, Beyşehir, Aksaray, Akşehir, Karahisar, Amasya, Niğde, Sivas, Tokat, Birgi, Denizli, Menteşe, Alâiye, Antakya, Bayburt, Erzurum, Irak, Tebriz, Marend ve Sultaniye onun gittiği önemli merkezler olarak göze çarpıyor.
Afyonkarahisâr Dargâhı’nın 1294-95 yıllarından itibaren âsitâne olarak kullanıldığı belirtiliyor. Afyonkarahisâr’ın,Mevlevîlik açısından önemli olmasının sebeplerinden biri de,Hz.Mevlâna’nın torunlarından Mutahhara Hatun’un (Sultan Veled’in kızı) Germiyanoğlu Süleyman Şah’a gelin gelmesi olarak gösteriliyor.
SULTAN DİVANİ DÖNEMİNDE RAĞBET ARTIYOR
Sultan Dîvânî döneminde,Mevlevîhâne’ye daha fazla rağbet edildiği belirtiliyor. Sultan Dîvâni’nin teşkilatçılığı,devlet adamları ile iyi geçinmesi ve onlarla sürekli diyalog halinde olması,çok seyahat etmesi,Mevlevîliğin parlak bir dönem geçirmesine sebep olur.
1925’TE FAALİYET SONA ERDİ
20’nci yüzyıla tamir ihtiyacı ile giren toprak damlı,ahşap Mevlevîhâne,Celâleddin Çelebi’nin Postnişînliği sırasında 1902 yılında zuhûr eden bir yangında bütün müştemilat ile birlikte tamamen yandı. Son yapımda Mevlevîhâne’nin taş işçiliği ustalığını Ermeni Andon Usta yaptı.
İnşaatın bitim sırasında mimarî hatadan kaynaklanan kubbelerin çökmesiyle saraydan gönderilen Hacı Bey isminde mimar tarafından inşaatın yapımı tamamlandı. Mevlevîhânenin,1925 yılında tekke ve zâviyelerin çalışmalarının iptal edilmesi sonucu,yaklaşık altı asırdır süregelen faaliyetleri sona erdi.

Manevi iklimimizin önderi:
Sultan Dîvânî (Dîvâne Mehmet Çelebi)

Sultan Dîvânî (Dîvâne Mehmed Çelebi)’nin şeceresi;Hz.Mevlâna Oğlu,Sultan Veled Kızı Mutahhara Hatun Oğlu,Hızır Oğlu,Muhammed Paşa Oğlu,Ahmed Paşa Oğlu,Bâlî Çelebi Oğlu,Dîvâne Muhammed Çelebi şeklindedir.
Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından “Semâî” lakâbı verilmiş,kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanmıştır. Kendisine “Dîvâne” de denmiştir.Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen,aklını kaybeden,ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen,şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir.Yaygın olarak kullanılan diğer lâkabı “Dîvânî”nin ise; Timur tarafından Semerkand’a götürülen,daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Mevlâna’nın Eseri “Dîvan-ı Kebir”i rüyasında gördüğü Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği düşüncesi hakimdir.
Sadık müridi Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede’nin anlattığına göre Sultan Dîvânî; rind meşrep,coşkun ve cezbeli bir mevlevîdir. Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede; mürşidi ile yaptığı seyahatleri kayda geçirerek, türünün ilk örneği olan (ilk edebî seyahatnâme) “Gülşen-i Esrâr”ı yazmıştır. Afyonkarahisar Mevlevîhânesi’nin hem şeyhi,hem dervişi olan Dîvâne Mehmet Çelebi “Sultan Dîvânî” adıyla anılmıştır.Onun sultanlığı,gönüller sultanlığıdır.
Şâhidî İbrahim Dede’nin 1544’te yazdığı Gülşen-i Esrar’ında,Dîvâne Mehmet Çelebi’nin sağ olduğuna dair işaretler ve 1545’te bir mesnevî vakfiyesine şahâdeti; Şâhidî Dede’nin Şeyhi’nin vefatından sonra,her sene kabrini ziyaret maksadıyla Afyonkarahisar’a geldiği,muayyen bir süre kalıp döndüğü, H.957/M.1550 tarihindeki ziyaretlerinde vefat ettiği ve şeyhinin yanına gömüldüğü dikkate alınırsa, Dîvâne Mehmed Çelebi’nin H.953/M.1546 veya H.954/M.1547 yıllarında vefat etmiş olması gerektiği söylenilebilir.
Sakıp Dede’nin Sefîne-i Nefîse-i Mevlevîyan adlı eserine göre,ölüm tarihi, Hicrî 936 (Mîlâdî 1540) yılıdır.Kendisinden sonra Afyonkarahisar Mevlevî tekkesi postuna oğlu Hızır Şah oturmuştur.
ŞİİRLERİ İLE ÜNLÜ
Sultan Dîvânî’nin, “Şiirleri” ve “Tarîkat’ül Arifîn” adlı tasavvufî bir risalesi mevcuttur. Sultan Dîvânî’nin,müratteb bir Dîvân’ı olmamasına rağman,elimizde bulunan şiirleri metin bir uslûba sahip olduğu noktasında yeterli fikir vermemektedir. Şiir tekniği bakımından devrin üstad şairlerini aratmayan Semâî özellikle bazı şiirlerinde ses tekrarları ve benzerliklerinden faydalanmak suretiyle âhenk bakımından mükemmeliyete ulaşmıştır.

Göründü karşıdan bir gevher-i pâk
(Karşıdan bir temiz cevher göründü)

Her lâle yanak dillere bir dâğ-ı nişândur
(Her lâle yanak gönüller için bir nişan yarasıdır)

TASAVVUFİ BOYUTU
Babası tarafından veliahd tayin edilen ve şeyhlik makamına oturtulan Dîvâne Mehmed Çelebi,denilebilir ki Mevlevîlik tarîkatinin Bânî-î Sânîsidir (İkinci Kurucusu).O, vecd ve istiğraka dalmış cezbeli bir şeyh,Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde büyük yararlılıklar gösteren bir alperen,Yavuz ve Kânûnî başta olmak üzere bir kısım üst düzey devlet ricali üzerinde etkili olmuş bir siyaset ve teşkilat adamıdır.Hayatı ile ilgili bilgi veren kaynaklarda,bilhassa mürîdi Şâhidî İbrahim Dede’nin Gülşen-i Esrâr adlı eserinde,yaptığı faaliyetler ve kerametleri hakkında bilgiler vardır.
Şâhidî İbrahim Dede,Dîvâne Mehmet Çelebi’ye intisabını ve birlikte yaşadıkları bazı hadiseleri şöyle anlatır. “…ben de ona uydum,yokluk denizine daldım.Daima önünde yalınayak koşardım.Yolda üzengilerine pabuç asılmış bir at verir,binmemi emrederdi.Binsem bile biraz sonra iner,ayaklarımdan pabuçları çıkarırdım.O, benim atımı bir abdala verir, ‘sakın kimse binmesin’ der,yedekte çektirirdi.Bir an bile bensiz olamazdı.Lutfeder de ‘Şâhidî’ ,derdi, ‘Neden böyle cefâlar ediyorsun,neden yaya yürüyorsun,neden ayakların yalın? Gönlüm inciniyor,acıyorum sana.’ Bense: ‘Ey şâh-ı velâyet,ayakkabılarımla senin bastığın yollara basamam ben’ derdim. Bunu duyunca: ‘Ah Şâhidî,yaktın beni’ derdi.

DESTÎNA VE GÜNEŞ HATUN’lar

Mevlevîhâne’de 17. yüzyılda mütevelli (idareci) olarak görev yapmış bayan çelebilerdir.
Afyonkarahisar Mevlevîhanesi’nde, hanım idarecilerin de bulunduğu bazı kaynaklarda zikredilmektedir.Bu münevver hanımlardan birisi Sultan Dîvânî’nin torunlarından Şah Mehmet Çelebi’nin kızı Destînâ Hanım;diğerleri ise Güneş Hân-ı Kübra ve Güneş Hân-ı Suğra’dır.
Destînâ Hâtun:(1553-1630)
Mehmet Ziya Efendi’nin bildirdiğine göre,Sultan Dîvânî’nin torunlarından birisi olan Destînâ Hatun’un babası Şah Mehmet Çelebi’dir. Destînâ Hâtun’un mevlevîhânedeki mütevelli görevi dokuz yıl kadar sürmüştür. Çok üstün özelliklere ve yüksek ahlaka sahip olan Destînâ Hâtun’un kabrinin,mevlevîhânede Hızır Şah’ın ayak ucunda olduğu belirtilmektedir.
Aynı zamanda hafız olan Destînâ Hâtun,hayatının büyük kısmını ilim tahsiline harcamış, Mesnevînin hikmetlerini öğrenmiş ve aynı zamanda başkalarına da öğretmekle meşgul olmuştur.
Güneş Hân-ı Kübra
Doğum tarihi belli değildir.Çelebi Küçük Mehmet Efendi’nin kızı Güneş Han-ı Kübra’nın halk arasındaki saygınlığı,erkek şeyhler kadar kuvvetli idi.Güneş Hatun,Arapça ve Farsça’yı çok iyi derecede bilen bir çelebidir.17. yüzyılda vefat ettiği sanılan Güneş Hatun’un kabri, mevlevîhânenin türbe bölümündedir.
Güneş Hân-ı Suğra
III. Muhammed Arif Çelebi’nin kızıdır.1615-20yıllarında doğduğu düşünülmektedir.Uzun yıllar vakıf mütevelli heyetinde bulunmuştur.
KAYNAK: http://www.sultandivanimuzesi.com/

Bakmadan Geçme