Kudüs’ün İslam için önemi

Tüm dünyanın dikkatlerini çevirdiği Kudüs’ün İslam dini açısından önemi nedir?

Haber

Kudüs; binlerce peygambere ve bu peygamberlere inen vahye tanıklık yapan, birbirinden önemli nice tarihi olayların meydana geldiği kutsal bir şehirdir.

Peygamber Efendimizin (s.a.s) miraç yolculuğunda buradaki Mescid-i Aksa’da tüm peygamberlere imamlık yapması, Mescid-i Aksa’nın ilk kıblemiz olması biz Müslümanlar için bu kutsal şehrin önemini daha da artırmaktadır.

Efendimiz (s.a.s) Mescid-i Aksa’nın ziyaret edilmesini ve buradan umreye gidilmesini teşvik etmişlerdir. Bu teşvike binâen Kudüs ve Mescid-i Aksa tüm Müslümanların ve özellikle Osmanlı tebaasının ziyaret edegeldikleri ve buradan umreye hareket ettikleri bir merkez olmuştur. Osmanlının yıkılmasından sonra bir süre kesintiye uğrayan bu önemli gelenek Başkanlığımız tarafından devam ettirilmektedir. Bu sayede terkedilen bir sünnet tekrar yaşatılmakta; aynı zamanda bu kutsal topraklarda kendi kaderleriyle baş başa bırakılan Filistinli kardeşlerimizin yalnız olmadıkları mesajı verilmektedir.

Haber

KUDÜS NEDEN ÖNEMLİ?

Çünkü Kudüs, ilk kıblemiz, ikinci mescidimiz ve üçüncü haremimiz Mescid-i Aksa’yı bağrında barındırmaktadır.

Çünkü Kudüs, İsra ve Miraç mucizelerinin gerçekleştiği beldedir. Peygamber Efendimiz (sav) Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlere namaz kıldırmış ve Allah (c.c) nûn huzuruna buradan çıkmıştır.

Çünkü Kudüs, 400 yıl Osmanlı himayesinde kalmış ve bu döneme ait yüzlerce tarihi eseri içinde barındıran bir İslam şehridir. Bu eserlerin bir çoğu camii ve mescitlerden oluşmakta ve Kudüs’ün İslami kimliğini yansıtmaktadır. Bu eserlerin yok olması Kudüs’ün İslam kimliğinin yok olması demektir.

Çünkü Kudüs halkı her geçen gün işgalci İsrail devleti tarafından bilinçli bir şekilde yoksullaştırılmaktadır. (Kudüslü Müslümanların % 80’i yoksullukla mücadele etmektedir.)

Çünkü Kudüs ve civarında yaşayan Filistinli Müslümanların evleri yıkılmakta, işyerleri kapanmakta, tarım arazileri işgalciler tarafından yakılmaktadır.

Çünkü Kudüs’ün İslami kimliği yok edilerek Yahudileştirilmek istenmektedir.

Çünkü Kudüs’te her gün insan hakları ayaklar altına alınmaktadır. Dünyanın gözü önünde hemen her gün sokak ortasında yargısız infazlar yapılmaktadır.

Çünkü Kudüslü Müslümanlar İslam ümmetinin onuru olan Mescid-i Aksa’yı canları ve malları pahasına korumaktadır. Sırf Mescid-i Aksâ’ya yakın olduğu için oturdukları küçük ve bakımsız evlerine milyon dolarlık teklifler getiren Siyonistlere evlerini satmamakta ısrar etmektedirler

Çünkü Kudüs, müminlerin unuttuğu fakat gayrimüslimlerin hiç boş bırakmadığı bir yerdir.

Çünkü Kudüs, ne zaman Müslümanlar tarafından yönetilse dünyaya huzur hâkim olmuş ve masum kanı akıtılmamıştır. Kudüs 1917 yılından beri Siyonizm işgali altında ve dünyanın her yeri masum insanların kanıyla boyanmış vaziyettedir.

Çünkü Kudüs, haksız bir işgal altındadır.

Ve Çünkü Kudüs kurtulursa dünya kurtulur.

Kudüs’e yardım eli uzatmak için aslında bunlardan daha fazla sebebimiz var.

Haber

KUDÜS’ÜN TARİHÇESİ

(TDV İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır)
Lut gölünün bulunduğu çukur alanın batısında ve bu alandan fay diklikleriyle ayrılmış olan Yahudiye platosunun dalgalı yüzeyi üzerinde kurulmuştur. Lut gölüne 24, Akdeniz kıyılarına kuş uçuşu mesafe olarak 52 km. uzaklıkta bulunan şehrin deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i şerif’te 747 metredir.

Adı. Tarihi oldukça eski olan Kudüs şehrinin adının geçtiği bilinen en eski belge milâttan önce XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinleridir (IDB, II, 843; EJd., IX, 1379). Milâttan önce XIV. yüzyıla ait Tell Amarna mektuplarında şehrin adı Urusalim, Geç Asur metinlerinde Urusilimmu veya Ursalimmu, İbrânîce Masoretik metinde Yruşlm, bazan da Yruşlym biçiminde yazılmakta ve Yerûşâlayim, Eski Ahid’in Ârâmîce metinlerinde Yerûşâlêm şeklinde telaffuz edilmektedir. Grekçe Hierosolyma adı şehrin kutsallığını (hieros = kutsal) yansıtmaktadır. Latince’ye Jerusalem ve Jerosolyma olarak geçmiştir. Kudüs şehrinin Batı dillerindeki adı da Jerusalem’dir.

Kudüs şehrinin İbrânîce adı olan Yeruşalayim (Yeruşalem) iki ayrı kelimeden oluşmaktadır. İlk kısmı teşkil eden yerunun menşei ve mânası tartışmalıdır. Kelimenin “korkmak” anlamındaki yârê veya “görmek” anlamındaki râ’âhtan, hatta “sahip olmak, vâris olmak” mânasındaki yârâştan geldiği ileri sürülmüştür. Ancak “kurmak, tesis etmek” mânasındaki yârâhtan gelmesi daha muhtemeldir. Bu son görüşü benimseyen Saadia Gaon, Ahd-i Atîk’in Arapça tercümesinde İşaya’daki (44/28, 51/17) Yeruşalayim kelimesini “Dârüsselâm”, 40/2’deki Yeruşalayim’i ise “Medînetüsselâm” olarak çevirmiştir (DB, III/2, s. 1318). Kelimenin ikinci kısmını oluşturan şalayimin aslı şalem veya şalimdir. Bu kelimenin “barış” anlamına geldiği ileri sürüldüğü gibi Batı Sâmîleri’nde bir tanrı ismi olan Şulmanu veya Şalim’den geldiği de iddia edilmiştir. Şehrin orijinal adının Iruşalem olması ve “tesis etmek” mânasındaki yârâh fiil kökünden Iru ile milâttan önce II. binyılın ilk yarısında karşılaşılan ve Batı Sâmîleri’nde bir tanrı olan Şulmanu yahut Şalim kelimelerinin birleşmesinden oluşması daha muhtemel görünmektedir. Çivi yazılı metinlerde ur veya uru, İbrânîce’de ‘ir “şehir” demektir. Bu durumda Iruşalem “Şalim’in şehri” anlamına gelmektedir. Kudüs ilk dönemlerde ilâh Şulmanu veya Şalim’in ibadet merkezi olduğu, diğer taraftan eski Sâmî gelenekte bir şehrin o şehri kuran kişi yahut tanrının adıyla anılma geleneği bulunduğu için kelimenin “Şalim’in şehri” mânasına geldiği iddia edilmekte (DBS, IV, 898), “barışın şehri” (şalom = selâm) biçimindeki geleneksel yorumun hem etimolojik hem tarihî yönden hatalı olduğu ileri sürülmektedir (IDB, II, 843). Tell Amarna mektuplarında şehir Betşalem (Şalem’in evi) şeklinde anılmaktadır.

Kudüs şehri Moriya (Moriah, II. Tarihler, 3/1), Yebus (Hâkimler, 19/10), Sion, Dâvûd’un şehri (II. Samuel, 5/7, 9; I. Tarihler, 11/5, 7) ve Ariel (İşaya, 29/1) gibi isimlerle de anılır. Öte yandan buraya şehir, adalet yurdu (Yeremya, 31/23), inananlar şehri, barış şehri, doğruluk şehri (İşaya, 1/26), Allah’ın şehri (‘ir Elohim; Mezmur, 46/4), orduların rabbinin şehri (‘ir Yahveh şebâôt; Mezmur, 48/8), mukaddes şehir (‘ir haqqodeş; Nehemya, 11/18) gibi isimler de verilmiştir (DB, III/2, s. 1319; EJd., IX, 1379). Şehrin Arapça’daki adı olan Kuds’ün bu son isimden geldiği belirtilmektedir.

Müslümanlar da şehre çeşitli isimler vermiş olup bunların başında “bereket, mübarek olmak” anlamına gelen Kuds yer almaktadır (Lisânü’l-ʿArab, “ḳds” md.). Şehrin en yaygın adı olan kuds kelimesi Ârâmîce kudşadan gelmektedir ve bu kelime şehri değil mâbedi ifade etmektedir. X. yüzyılın başında Karâî bilginler Kudüs şehrini Beytülmakdis, mâbedin bulunduğu alanı da Kuds diye adlandırmaktaydılar. İbrânîce’nin yerine Ârâmîce’nin geçtiği XI. yüzyıla ait mektuplarda Kudüs şehrine “’İr hakkodeş” deniyordu ki bunu “kutsal şehir” yerine “mâbed şehri” diye tercüme etmek daha doğrudur (EI2 [Fr.], V, 322). Müslümanların kullandığı İliya ismi Romalılar’ın şehre verdikleri Aelia isminin Arapçalaşmış şeklidir. İslâmî kaynaklarda “İliyâ medînetü beyti’l-makdis” şeklinde de geçmekte ve kısaca İliyâ veya Beytülmakdis (Beytülmukaddes) denilmektedir (Yâkūt, IV, 353; V, 193-201; İbn Kesîr, VIII, 373). Aslı Ârâmîce Beth makdeşa, İbrânîce Beth ha-mikdaş olan Beytülmakdis başlangıçta mâbedi ifade ederken zamanla şehrin tamamı için kullanılmış, mâbedin alanı ise “harem” diye adlandırılmıştır.

Kur’an’da Kudüs ismi geçmediği gibi İslâm kaynaklarında bu şehrin adı olarak zikredilen diğer isimlere de rastlanmamaktadır. Ancak müfessirler, Kur’an’daki “el-Mescidü’l-Aksâ” (el-İsrâ 17/1), “mübevvee sıdk” (Yûnus 10/93) ve “el-arzü’l-mukaddese” (el-Mâide 5/21) gibi tabirlerle ya Kudüs’teki Beytülmukaddes’in (Taberî, XV, 16-17) ya da genellikle söz konusu şehrin de içinde bulunduğu Filistin topraklarının kastedildiğini belirtmişlerdir (Fahreddin er-Râzî, XI, 196-197). Öte yandan Elmalılı Muhammed Hamdi âyette geçen el-Mescidü’l-Aksâ’nın Beytülmakdis, mübarek kılındığı haber verilen çevresinden de Kudüs ve civarı olduğunu söylemektedir (Hak Dini, IV, 3144-3145). Mescid-i Aksâ tabiri, İslâm’ın ilk dönemlerinde bazan Kudüs için de kullanılmakla birlikte asırlar boyunca bununla özellikle Harem-i şerif kastedilmiştir (EI2 [Fr.], VI, 695).

Yahudi dinî literatüründen Midraş Tehillim’de Kudüs’ün yetmiş isminden bahsedilmektedir (a.g.e., V, 322; Dictionnaire encyclopedique du Judaïsme, s. 574). Roma İmparatoru Hadrien, Kudüs’ü putperest bir şehir olarak yeniden inşa edince ona Colonia Aelia Capitolina adını vermiştir. Şehre Roma kolonisi olduğu için Colonia, Hadrien şerefine inşa edildiği için onun ilk adı olan Aelius’a nisbetle Aelia ve Jüpiter Capitolin’e ithaf edildiği için de Capitolina denilmiştir.

Tarih. Kudüs’ün tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Şehirde bulunan milâttan önce IV. binyıla ait çömlekler, bu binyılın son bölümünde şehrin güneydoğu kısmında bir kavmin yaşadığını, ilk ve orta Bronz çağına ait bulgular, III. binyılda ve II. binyılın ilk devirlerinde Hiksoslar dönemi ve öncesinde bu bölgede insanların bulunduğunu göstermektedir. İslâm tarihçilerine göre ilk kurucuları Amâlika olan Kudüs şehri, tarih sahnesine ilk defa Erken Bronz çağında diğer bazı eski Ken‘ân şehirleriyle birlikte çıkmıştır. XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinlerinde Kudüs bir Ken‘ân site devleti olarak zikredilir (Franken, s. 17-30).

Kudüs (Yeruşalayim) adı Tevrat’ta hiç geçmemektedir. Tevrat’ta bahsedilen Salem şehrinin Kudüs olduğu yolundaki geleneksel görüş doğru ise Eski Ahid’de şehirden ilk defa Hz. İbrâhim’in çağdaşı olan ve onunla görüşen Kral Melkisedek sebebiyle bahsedilmektedir (Tekvîn, 14/18). Diğer taraftan Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’in, oğlu İshak’ı kurban etmek istediği Moriya (Moriah) diyarındaki dağın Hz. Süleyman’ın mâbedi yaptırdığı Moriya tepesi olduğu yahudi ve hıristiyan geleneğince kabul edilmektedir (II. Tarihler, 3/1). Ancak bu, gerek Moriah kelimesinin etimolojisi ve anlamı gerekse delâlet ettiği yer yönünden tartışmalıdır (bk. İSMÂİL).

Geç Bronz çağında (m.ö. XV. yüzyıl civarı) Filistin’e gelen Hurriler Kudüs’te yeni yapılar inşa etmişlerdir. Tell Amarna mektuplarının yazarlarından biri ve muhtemelen bir Hurri olan Abd-Hiba, XIV. yüzyılda Mısır’ın tebaası olarak Kudüs’te hüküm sürmüş ve Mısır Firavunu IV. Amenofis’e (m.ö. 1375-1366) yazdığı mektupta Kudüs’le ilgili bazı hususlardan söz etmiştir (a.g.e., s. 30-39).

Mısır’dan çıktıktan ve çölde kırk yıl kaldıktan sonra Yeşu önderliğinde Filistin topraklarına giren İsrâiloğulları kendilerine saldıran Kudüs Kralı Adoni-tsedek ve müttefiklerini mağlûp etmiş, fakat Yebusîler’in hâkim olduğu Kudüs’e girmemişlerdir (Yeşu, 10/1-43). Ken‘ân diyarının İsrâiloğulları arasındaki taksimatında Kudüs Bünyamin sıbtına düşmüşse de (Yeşu, 15/8) Dâvûd’un şehri alışına kadar Yebusîler’in elinde kalmıştır. Eski Ahid’de verilen bilgilere göre Yeşu’nun ölümünün ardından Yahuda ve Simeon kabileleri Kudüs’e saldırarak kralı esir almış ve şehri yakmışlar (Hâkimler, 1/1-8), ancak Yebusîler’in hâkimiyeti devam etmiştir.

Dâvûd bütün İsrail’e kral olunca Yebusîler’in hâkim olduğu Kudüs’e karşı harekete geçip Sion Hisarı’nı almış ve buraya Dâvûd’un şehri adını vermiştir (II. Samuel, 5/6-9). Kudüs’ü krallığın merkezi yapan Dâvûd şehri güçlendirmiş, Yebusîler’in Zion (Sion) dedikleri hisarı yeniden imar etmiş, kendisine bir ev yaptırmış, orayı dinî bir merkez haline getirmek istemiş ve bunun için ahid sandığını Kudüs’e getirterek sarayına yakın bir yerdeki çadıra yerleştirmiştir (II. Samuel, 7/12-13). Bir mâbed yapmak için gerekli malzemeyi toplamışsa da Rab buna izin vermemiştir (Mendenhall, s. 42-52). Hz. Dâvûd’dan sonra oğlu Süleyman yedi yıl içinde Kudüs’te muhteşem bir mâbed (Mescid-i Aksâ) inşa etmiş, ayrıca kendisine bir saray yaptırmış, ahid sandığını bulunduğu yerden alarak mâbeddeki özel yerine koymuş, Kudüs’ün çevresine duvar çektirmiştir (I. Krallar, 3/1; 5-7; 8/1-6; 9/15). Hz. Süleyman’ın vefatı üzerine krallık ikiye bölününce Kudüs güneydeki Yahuda Krallığı’nın merkezi olmuştur.

Süleyman’ın oğlu Rehoboam’ın krallığında Mısır Kralı Şişak Kudüs’e savaş açmış, mâbedin ve kral evinin hazinelerini alıp götürmüştür (I. Krallar, 14/25-27). Yaklaşık seksen yıl sonra şehir tekrar yağmalanmış (II. Tarihler, 21/17), buna rağmen nüfusu artmaya devam etmiş, şehirde çeşitli mahalleler oluşmuştur. Yahuda Kralı Amatsya’nın saltanatında Kuzey Krallığı’nın kuvvetleri Kudüs’e girmiş, Kudüs duvarının bir kısmını yıkmış, mâbeddeki ve kral evindeki değerli eşyayı almıştır (II. Krallar, 14/11-14). Ardından Yahuda kralları Uzziya ve Yotam yıkıntıları onarmış ve duvarları sağlamlaştırmışlardır (II. Tarihler, 26/9; 27/3). Kral Uzziya zamanında şehirde deprem olmuş (Amos, 1/1), Ahaz döneminde Kudüs İsrail kralı tarafından kuşatılmışsa da bu kuşatma başarılı olmamıştır (II. Krallar, 16/5). Kral Hizkiya, Ahaz’ın kapattığı mâbedi yeniden açmış, ibadeti başlatmış fakat saray ve mâbedin hazinelerini Asurlular’a teslim etmiştir. Asurlular şehri kuşatmışlarsa da veba salgını sebebiyle işgal sonuçsuz kalmıştır. Menasseh şehre dış duvar yaptırmış, çeşitli onarımlarda bulunmuştur (II. Tarihler, 33/14). İsrail krallarının putperestliğe meyletmeleri (II. Krallar, 16/2 vd.), peygamberlere zulmetmeleri (II. Tarihler, 24/21) ve halkın yoldan çıkması gibi sebeplerle Kudüs’ün başına felâketler gelmiş, Kral Yehoyakim zamanında Bâbil Kralı Nebukadnezzar (Buhtunnasr) Kudüs’e girerek kralı emri altına almış, pek çok insanla birlikte mâbedin değerli eşyalarını da götürmüştür. Üç yıl sonra kralın isyan etmesi üzerine 597’de Kudüs’e ikinci defa giren Nebukadnezzar, bu defa mâbedin kalan eşyalarıyla birlikte yeni kral Yehoyakin’i Bâbil’e götürmüş, onun yerine Tsedekiya’yı kral yapmıştır (II. Krallar, 24/1-16; II. Tarihler, 36/6-7). On yıl sonra Tsedekiya’nın saltanatında Nebukadnezzar’ın üçüncü defa Kudüs’e yürüyerek şehri kuşatması üzerine korkunç bir açlık baş göstermiş, nihayet şehir düşmüş, mâbed, saray ve genel olarak Kudüs ateşe verilmiş, duvarlar yıkılmış ve halkın bir kısmı sürgün edilmiştir (II. Krallar, 25). Kur’an’da da telmihte bulunulan (el-İsrâ 17/4-5) bu hadise üzerine bazı yahudi zümreleri Hicaz’daki çeşitli şehirlere yerleşmişlerdir. Bundan sonra Kudüs elli yıl boyunca harabe halinde kalmıştır. Nihayet milâttan önce 538’de şehre dönen Zerubbabel mâbedin temellerini atmış (Ezra, 3/8), 444 yılına doğru Nehemya şehrin duvarlarını tekrar inşa etmiş, Ezra da Mûsâ şeriatının otoritesini yeniden tesis ederek Kudüs’ü Yahudiliğin dinî merkezi yapmıştır.

Bâbil esareti sonrasında Kudüs Pers hâkimiyetine girmiş (m.ö. 538), ardından Makedonyalı Büyük İskender şehri almış (332), onun 323’teki ölümünü takiben şehir çeşitli savaşlar görmüş, önce Mısırlı Ptolemaioslar, daha sonra 198’den itibaren Selefkiler (Selevkoslar) şehre hâkim olmuşlardır. Milâttan önce 168’de IV. Antiokhos (Antiokhos Epifanes), Yunan ilâhlarının heykellerini koymak suretiyle mâbedi kirletmiş, bunun üzerine Makkabi isyanları başlamış ve mâbed temizlenmiştir. Haşmonain (Hasmonlu hânedanı) kralları mâbedin yanına bir kale yaptırmışlardır (a.g.e., s. 53-74). Helenistik dönemin (332-63) ardından 63 yılında Pompeus Kudüs’ü işgal etmiş, şehri kuşatan duvarların bir kısmını yıktırmış, Crassus 54’te mâbedi yağmalamış, 40 yılında Partlar şehri ele geçirmiş, Büyük Herod 37’de şehri alıp duvarları onarmış, çeşitli yapıların yanında mâbedi yeniden inşa etmiştir. Bu inşa işi milâttan önce 20’de başlamış, Hz. Îsâ zamanında da sürmüştür. Herod kaleyi takviye etmiş ve ona Antonia adını vermiştir. Herod öldüğünde Kudüs’ü tamamen veya kısmen kuşatan iki duvar bulunmaktaydı. Herod Agrippa milâttan sonra 42-43’te bir üçüncü duvarın inşasına başlamıştır (Peters, s. 61-87). 70 yılında bu defa da Romalı kumandan Titus şehri kuşatmış, bu sırada mâbed ve hemen hemen bütün şehir yanmıştır. Titus, Batı duvarındaki bir bölüm ve üç kule hariç duvarları yıktırmıştır.

İmparator Hadrien zamanında Romalılar Kudüs’ün harabeleri üzerinde yeni bir putperest şehir kurmak isteyince yahudiler ayaklanmış, ayaklanma bastırıldıktan sonra (135) şehrin inşası tamamlanmış, adı da Colonia Aelia Capitolina olarak değiştirilmiş ve Aelia (Ar. İliyâ) adı uzun asırlar varlığını korumuştur. Hz. Süleyman’ın, arkasından Zerubbabel’in, daha sonra Herod’un inşa ettirdiği mâbedlerin yerine Jüpiter Capitolina’ya ithaf edilen bir tapınak, ardından Merkad-i Îsâ Kilisesi’nin inşa edileceği yere de Afrodit Mâbedi yapılmıştır. Şehre girmeye kalkışan yahudilere ölüm cezası konmuş, ancak İmparator Konstantinos bu yasağı kaldırmıştır. Konstantinos’un annesi Helena 326’da Zeytindağı’nda bir kilise yaptırmıştır. 333’te Konstantinos’un emriyle Hz. Îsâ’nın çarmıha gerildiği kabul edilen yerde (Saint Sépulcre, Holy Sepulcher) Merkad-i Îsâ (Anastasis) Kilisesi inşa edilmeye başlanmış, inşaat 335’te tamamlanmıştır. Konstantinos’un Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra şehirde kiliseler yaptırmasının ardından Süleyman Mâbedi’nin bulunduğu yerde Jüpiter Capitolina için inşa edilen tapınak yıkılmış olmalıdır. Üzerinde yahudilerin ağlamasına ve yılda bir defa yağ sürmelerine izin verilen taş (lapis pertusus) kurbanlar mihrabının temelindeki kaya olup (şimdiki Kubbetü’s-sahre’nin örttüğü el-hacerü’l-muallaka denilen kaya) herhalde o sırada açıktaydı (İA, VI, 954). Hıristiyanlar, Hz. Îsâ’nın sözlerine hürmeten (Matta, 24/2) Süleyman Mâbedi’ni yeniden inşa etmeyi reddettiklerinden burası müslümanların fethine kadar harabe halinde kaldı. 614’te Sâsânîler tarafından işgal edilen Kudüs’ü 629’da Bizans İmparatoru Herakleios kurtarmış ve İranlılar’dan geri aldığı kutsal haçı Kudüs’teki yerine koymuş, şehir 638’de müslümanlar tarafından fethedilmiştir.

İlâhî Dinlerde Kudüs’ün Yeri. Kudüs şehri Tevrat’ta sadece bir defa Salem adıyla zikredilmektedir (Tekvîn, 14/18). İshak’ın kurban olarak takdim edildiği Moriah dağının Süleyman Mâbedi’nin yapıldığı yer olduğu iddiası tartışmalıdır. Şehrin krallık ve ibadet merkezi oluşu Hz. Dâvûd’la başlamaktadır (II. Samuel, 6-7; bablar, 24/18-25; I. Tarihler, 21/18-22). Birinci mâbed döneminde mâbedin bulunduğu tepeye Sion tepesi denilmekteydi, Sion adı Kudüs’ün tamamını da ifade ediyordu. Hz. Dâvûd’a saltanatının ebediyen devam edeceği vaad edildiğinde bu aynı zamanda krallık ve mâbed şehri olan Kudüs’ün ebedîliğine de işaret sayılmıştır (II. Samuel, 7/13-16). Hz. Süleyman zamanında mâbedin inşası Kudüs’e ayrı bir kutsallık sağlamış, bir taraftan Dâvûd’un saltanatının ebediyen devam edeceğine dair Tanrı’nın vaadi, diğer taraftan mâbedin Tanrı’nın ebedî mekânı olarak kabulü şehri kutsallaştırmıştır.

Mezmurlar’da (Mezmur, 132), ahid sandığının getirildiği Dâvûd şehri (Sion) sadece Rabbin krallık için seçtiği bir şehir olarak değil Rabbin meskeni olarak da takdim edilmektedir. Peygamber Yeremya’ya göre Kudüs’e “Rabbin tahtı, adalet yurdu, kutsiyet dağı” denilecektir (31/23; 33/16). O ayrıca “yüksekliği güzel, bütün yerin sevinci” (Mezmur, 48/2), “güzelliğin kemali” (Mezmur, 50/2) olarak nitelendirilmekte, “Eğer seni unutursam ey Yeruşalim, sağ elim hünerini unutsun; eğer seni anmazsam, eğer Yeruşalim’i baş sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın” (Mezmur, 137/5-6) denilmektedir.

Kudüs, özelliği ve kutsallığı sebebiyle yahudi şeriatında diğer şehirlerden farklı bir konumda ele alınmıştır, dolayısıyla bazı kurallar Kudüs’e uygulanmamaktadır. Tanrı tarafından seçilen bir yer kabul edildiği için (II. Krallar, 21/4; Mezmur, 132/13) Kudüs Mâbedi sadece kurbanların takdim edildiği bir mekân değil aynı zamanda hac ibadetinin de hedefidir. Çünkü yılda üç defa (Pesah, Şavuot ve Sukkot bayramlarında) her erkek kurban takdimi için Rabbin huzurunda (mâbedde) bulunmakla yükümlü tutulmuştur (Çıkış, 23/17; Tesniye, 16/16-17). Hac mekânı olduğu için yahudiler burada belli bir süre ikamet etmek durumunda kalmışlar, bu da mâbedin ayakta olduğu dönemde halkın kültür hayatını şekillendiren en önemli özelliğini oluşturmuştur.

Tanrı tarafından seçilmiş olması dolayısıyla Kudüs, Yahudiliğin en yüce değerlerinin ve ümitlerinin simgesi olmuştur. Peygamberler ondan övgüyle bahsetmişlerdir. İşaya Kudüs’ü “adalet şehri” diye adlandırmakta ve şeriatın Sion’dan, Rabbin sözünün Yeruşalim’den çıkacağını bildirmekte (1/26; 2/3), Yeremya gelecekte Kudüs’e “Rabbin tahtı” denileceğini, bütün milletlerin onda toplanacağını belirtmektedir (3/17). Diğer taraftan Eski Ahid’de onun güzelliği anlatılmakta ve sevgiliye benzetilmektedir (Neşîdeler Neşîdesi, 6/4; Mezmur, 48/2; 50/2). Talmud’da (Sukkot, 51b) Kudüs’ü görmeyenin güzel bir şehrin nasıl olduğunu asla bilemeyeceği belirtilmekte, Midraş’ta (Genesis Rabbah, 14, 8) Âdem’in Kudüs Mâbedi’nin toprağından, bir başka rivayette ise dünyanın Sion’dan başlayarak yaratıldığı nakledilmektedir. Yahudi şeriatına (Halakah) göre bütün ülke kutsaldır, ancak Kudüs şehri en kutsaldır. Yeryüzündeki en kutsal yer olan ve “kutsallar kutsalı” denilen mekân Kudüs’teki mâbedde bulunmaktadır. Şeriatta Kudüs’ün kutsallığının gerektirdiği emirler ve yasaklar sıralanmıştır (Neusner, V, 15-16).

Milâttan sonra 70 yılındaki yıkımın ardından yahudi milletinin hayatında Kudüs daha az rol oynamaya başlamış, ancak mânevî ihtişamın sembolü ve şeriatın bedenleşmiş şekli olarak varlığını sürdürmüş, ona olan özlem her vesileyle dile getirilmiştir. Yahudiler nerede olurlarsa olsunlar ve hangi saatte dua ederlerse etsinler mutlaka Kudüs’e dönmek zorundadırlar. Yemek duasında Kudüs’ün yeniden inşası dileği yer almaktadır. Günde üç defa tekrarlanan Amidah adlı dua Kudüs’e dönülerek yapılmakta, bu duada Kudüs’e dönme, şehri ve Dâvûd saltanatını yeniden tesis etme arzusu ifade edilmektedir. Yıllık üç oruçta Kudüs’ün yıkılışının anısına yas tutulmaktadır.

Kudüs’ün ibadet hayatındaki önemi yahudi devletinin Mesîh tarafından bu topraklarda kurulacağı inancına dayanmaktadır. Kudüs’ün yeniden inşası ve mâbedin yapılması bunun işaretleridir. Yahudi geleneğine göre yeryüzündeki Kudüs gibi bir de gökte Kudüs vardır. Talmud’da Tanrı’nın yerdeki Kudüs’e girmeden gökteki Kudüs’e girilemeyeceğini bildirdiği nakledilmektedir. Yahudi dinî literatürünün bir kısmında semavî Kudüs’ün dünyanın sonunda yerdekinin yerini almak üzere ineceği belirtilmektedir. Yahudilerde, Kudüs yeniden kurulduğunda ve ölüler diriltildiğinde mâbedin bulunduğu tepeye yakın olduğu için zaman kazanmak ve sıkıntıyı azaltmak amacıyla Zeytindağı’na gömülme arzusu vardır. Yahudi Fısıh bayramının seder sofrası ve kefâret günü ibadeti “seneye Kudüs’te” dileğiyle sona erer (Dictionnaire encyclopedique du Judaïsme, s. 573).

İnciller’de Kudüs önemli bir yer işgal etmektedir. Markos İncili’ne göre Hz. Îsâ, Galile bölgesinde halka tebliğ faaliyetine başlar ve onların olumsuz tavrı üzerine Kudüs’e yönelir, şehre girer ve mâbedi temizler. Yahudi otoritelerinin tepkisiyle karşılaşınca şehrin cezalandırılacağını ve mâbedin kirletileceğini haber verir. Şehrin dışında çarmıha gerildiğinde mâbedin perdesi yırtılır. Diğer İnciller Kudüs’le ilgili bu bilgilere bazı ilâveler yaparlar. Yuhanna İncili Hz. Îsâ’nın birçok defa Kudüs’e geldiğini kaydeder. İnciller’e göre Hz. Îsâ’nın dünyevî hayatı Kudüs’te sona erer, havâriler orada “kutsal ruh”u alırlar.

Kudüs ismi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte bu şehirden el-Mescidü’l-Aksâ’nın mübarek kılınan çevresi şeklinde bahsedilmiş (el-İsrâ 17/1), ayrıca bulunduğu bölge “mukaddes toprak” (el-Mâide 5/21), “iyi, güzel bir yer” (Yûnus 10/93) olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde ise Mescid-i Aksâ’nın, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Resûlullah ile beraber ziyaret amacıyla seyahat edilebilecek üç mescidden biri ve yeryüzünde Mescid-i Harâm’dan sonra inşa edilen ikinci mescid olduğu belirtilmiştir (Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 6, “Ḥac”, 26, “Enbiyâʾ”, 8, 40; Müslim, “Ḥac”, 288, “Mesâcid”, 2; Nesâî, “Mesâcid”, 3). Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Beytülmakdis’te namaz kılmayı tavsiye ettiği de aktarılmaktadır (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 14). Kütüb-i Sitte dışındaki rivayetlere göre Hz. Îsâ nüzûlünden sonra ölünce Medine’de Resûl-i Ekrem’in kabri yanında veya Kudüs’te defnedilecektir.

Hicretten önce iki veya üç yıl süreyle Hz. Peygamber’in Kâbe’yi de önüne almak suretiyle Kudüs’e yönelerek namaz kıldığı (İbn Sa‘d, I, 243; Kurtubî, II, 150; Fahreddin er-Râzî, IV, 110) ve -farklı rivayetler bulunmakla birlikte- Medine döneminde on altı veya on yedi ay bu uygulamanın devam ettiği, daha sonra kıblenin Kâbe’ye çevrildiği kabul edilmektedir (Buhârî, “Ṣalât”, 31, “Tefsîr”, 18; Müslim, “Mesâcid”, 11-12; ayrıca bk. KIBLE). Resûl-i Ekrem’in sağlığında belli bir dönem için Kudüs’ün kıble olarak tercih edilmesi, müslümanların bu şehri dinî bir merkez olarak görmelerinin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Ayrıca Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece götürülmesi şeklinde gerçekleştirilen İsrâ (el-İsrâ 17/1) ve ardından mi‘rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olması müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır. Muhammed Hamîdullah, el-Mescidü’l-Aksâ’nın Beytülmakdis değil semalarda bulunan, meleklerin sürekli Allah’a ibadet ettikleri bir mescid olduğunu ileri sürmüşse de (İslâm Peygamberi, I, 150-151) adı geçen mescidle sonradan bu ismi alan caminin değil Hz. Süleyman tarafından yaptırılan Beytülmakdis’in kastedildiği de bilinmelidir (bk. MESCİD-i AKSÂ).

Bunların dışında Kudüs, Hz. İbrâhim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı, mukaddes olarak da tanımlanan bir bölgede bulunması, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beytülmakdis’i barındırması, İsrâiloğulları’nın ve onlara gönderilen peygamberlerin mücadelelerine mekân olması açısından semavî dinler geleneğinde önemli bir yere sahip olmuştur (Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, s. 63-147).

Fethedilişinden Haçlı İstilâsına Kadar. Müslümanlara Suriye ve Filistin kapılarını açan Ecnâdeyn (13/634) zaferinin ardından Bizans’a ait birçok şehir fethedilmiş, Suriye Yermük (15/636) zaferiyle Bizans’ın elinden alınmış ve sıra Filistin’in bütünüyle fethine gelmişti. Hıristiyanların bu bölgedeki kutsal merkezi Kudüs’ü kuşatan İslâm orduları başkumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tan aman dileyen ve müslümanların Suriye şehirleriyle yaptıkları anlaşmalara benzer bir anlaşmanın kendileriyle de yapılmasını teklif eden Kudüs halkı şehri bizzat halifeye teslim etmek istediğini bildirdi. Hz. Ömer, Ebû Ubeyde’nin daveti üzerine Câbiye’den Kudüs’e gelerek şehri Patrik Sophronios’tan teslim aldı ve anlaşmayı imzaladı (17/638). Kudüs halkıyla yapılan bu anlaşma temelde cizye ve haraç karşılığında mal ve can güvenliğini, din ve ibadet hürriyetini öngörmekteydi. Ömer’in Câbiye’de bulunduğu sırada Kudüs’ten gelen bir heyeti kabul edip burada onlarla bir anlaşma yaptığı (Taberî, III, 607-608) veya Kudüs’e gönderdiği Hâlid b. Sâbit el-Fehmî’nin imzaladığı anlaşmayı daha sonra tasdik ettiği de (Belâzürî, s. 144) rivayet edilmektedir. Kudüs’ün fethinin tarihi konusunda 15 (636), 16 (637) ve 17 (638) yılları kaydedilmekteyse de Belâzürî’nin zikrettiği 16 (637) yılında Ebû Ubeyde’nin şehri kuşatması üzerine halkın anlaşma teklif ettiği, 17 (638) yılında şehre bizzat gelen Hz. Ömer’in anlaşmayı imzalayarak şehri teslim aldığı şeklindeki rivayetin (Fütûḥ, s. 138-139) doğru olduğu anlaşılmaktadır.

Kudüs’te bir cami inşa edilmesini emreden Hz. Ömer kadı olarak tayin ettiği Ubâde b. Sâmit’ten halka İslâm’ı öğretmesini istedi. Filistin’in fethinden sonra bölgenin yarısının yönetimini verdiği Alkame b. Mücezziz’e Kudüs’ü idare merkezi yapmasını tavsiye etti. Hz. Osman da Kudüs’e önem verdi ve Silvan bahçeleri gelirlerini şehrin fakir halkına vakfetti (Makdisî, s. 171). Yahudi, hıristiyan ve müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen Kudüs’ün fethinin ardından birçok sahâbî ve tâbiîn şehri ziyaret etmiş, bir kısmı buraya yerleşmiştir. Bazı sahâbîlerin Kudüs’te medfun olduğu bilinmektedir. Ubâde b. Sâmit bunlar arasındadır.

Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesi Suriye bölgesi gibi Kudüs’ün de önem kazanmasına sebep olmuştur. Muâviye, Suriye valisi iken Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılması konusunda Mısır fâtihi Amr b. Âs ile Kudüs’te bir anlaşma yapmış (İbn Sa‘d, IV, 254), daha sonra Kudüs’te halkın biatını alarak halifeliğini ilân etmiştir (40/660). Abdülmelik b. Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik de biat almak için Kudüs’ü özellikle tercih ettiler. Velîd b. Abdülmelik, Ömer b. Abdülazîz ve Yezîd b. Abdülmelik Kudüs’ü sık sık ziyaret eden halifeler arasındadır. Bu dönemde Kudüs’ü de içine alan Filistin bölgesi valiliğine tayin edilmek büyük şeref pâyesi olarak görülmüş, bu göreve Abdülmelik b. Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik örneklerinde olduğu gibi Emevî prensleri veya diğer önemli kişiler getirilmiştir.

Emevîler devrinde Kudüs’te yapılan en önemli imar faaliyeti Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i Aksâ’nın inşası olmuştur. Abdülmelik tarafından yaptırılan ve İslâm mimarisinin en güzel eserlerinden biri olan Kubbetü’s-sahre’nin inşa sebebi hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş ve büyük tartışmalar yapılmıştır. Ya‘kūbî’nin eserinde (Târîḫ, II, 261) ve diğer bazı kaynaklarda Abdülmelik’in müslümanları hac için Mekke yerine Kudüs’e yöneltmek amacıyla bu eseri inşa ettirdiği kaydedilmektedir. Ignaz Goldziher ve Keppel Archibald Cameron Creswell bu görüşü kabul ederken Shelomo Dov Goitein ve Oleg Grabar diğer ilk dönem kaynaklarında bu rivayete yer verilmediğini, böyle bir uygulamanın Abdülmelik’i halk nazarında zor durumda bırakacağını, ayrıca Abdülmelik döneminde de hac için Mekke’ye gidildiğini belirterek buna karşı çıkmışlardır. Makdisî, Abdülmelik’in müslümanların Bizans’tan aldıkları merkezlerdeki görkemli kiliseler karşısında duydukları ezikliği gidermeyi amaçladığını belirtir (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 159). Kudüs’teki diğer önemli mimari eserlerden Mescid-i Aksâ, Abdülmelik veya oğlu Velîd tarafından inşa edilmiştir. Abdülmelik zamanında Dımaşk-Kudüs yolu yeniden düzenlenmiş, surlardan şehre iki kapı daha açılmış, ayrıca burada bir darphâne kurulmuştur (Abdul Aziz Duri, s. 111). Süleyman b. Abdülmelik’in Remle’yi Filistin’in merkezi yapması Kudüs’ü bazı açılardan olumsuz yönde etkilediyse de şehir önemini korudu. Emevîler döneminde gerçekleştirilen imar ve iskân faaliyetleri neticesinde şehrin Arap nüfusu giderek arttı. Şehir son Emevî Hükümdarı II. Mervân’a yönelik isyanlar sırasında zarar görmüş ve surları tahrip edilip yıkılmıştır (128/745).

Abbâsîler’in iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri nisbeten geri planda kaldıysa da Kudüs, İslâm dünyasında Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürdü. Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Kudüs’ü 140 (758) ve 154 (771) yıllarında iki defa ziyaret etti. Mansûr ilk ziyaretinde 130 (747-48) yılındaki, ikinci ziyaretinde de o yıl meydana gelen depremden zarar görmüş olan Mescid-i Aksâ’nın yeniden inşasını emretti. Halife Mehdî-Billâh şehri 163’te (780) ziyaret etti ve 158 (774) yılındaki bir depremde zarar görmüş olan camiyi tamir ettirdi. Şehirde yaşayan veya ziyarete gelen hıristiyanlar da müslüman idarecilerin ve hıristiyan imparatorların kutsal şehir olarak Kudüs’e verdikleri önemden istifade ettiler. Hârûnürreşîd döneminde halife ile Charlemagne arasında kurulan dostluk neticesinde imparator şehri ziyarete gelenlerin kalacakları yerler yaptırdı ve bir kütüphane kurdurdu. Charlemagne’ın yerine geçen oğlu Louis de Kudüs’teki hıristiyanların cizyelerini ödemelerine yardımcı olmak için maddî destek verdi (a.g.e., s. 113; EI2 [İng.], V, 326). Şehirdeki yahudiler din ve ibadetlerinde ve dinî teşkilâtlanma konusunda serbest idiler. Kudüs’e büyük önem veren Me’mûn Harem-i şerif’in doğu ve kuzey kapılarını yaptırmış (216/831), daha sonra Muktedir-Billâh’ın annesi Kubbetü’s-sahre’ye dört güzel kapı hediye etmiştir.

Kudüs, II. (VIII.) yüzyılda önemli bir ilim ve öğretim merkezi haline geldi. Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Leys b. Sa‘d ve Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî şehri ziyaret ederek dersler verdiler. Aynı yüzyılda Râbia el-Adeviyye, Bişr el-Hâfî ve Serî es-Sakatî gibi sûfîlerin Kudüs’te bulunması şehri sûfîler için de cazip hale getirdi. Abbâsîler döneminde Kudüs hem dinî ve ilmî gaye ile hem ziyaret ve ticaret amacıyla gelen birçok kişinin güven içinde uğradığı bir şehir haline geldi. Bununla birlikte bazan salgın hastalık, deprem ve Me’mûn döneminde yaşanan kıtlık gibi tabii âfetlerden, ayrıca isyanlardan etkilendi. Özellikle Mu‘tasım-Billâh zamanında Filistin bölgesinde çiftçileri etrafına toplayan Ebû Harb el-Müberka‘ el-Yemânî liderliğindeki ayaklanma sırasında büyük zarar gördü. İsyancıların şehre girmesi üzerine halk şehirden kaçtı ve üç dine ait ibadet mekânları âsiler tarafından tahrip edildi.

Mısır’da Tolunoğulları hânedanını kuran Ahmed b. Tolun 264’te (878) Filistin’i alınca Tolunoğulları’nın eline geçen Kudüs uzun bir süre Kahire merkezli devletlerin idaresinde kaldı. 292 (905) yılına kadar Tolunoğulları’nın, bir süre sonra Muhammed b. Tuğç tarafından kurulan İhşîdîler’in, 358’de (969) İhşîdîler’in Fâtımîler tarafından yıkılmasıyla da Fâtımîler’in hâkimiyetine girdi.

Bu dönemde, şehir dışında vefat eden birçok yahudinin buraya getirilip defnedilmesi âdetine paralel olarak idareciler dahil birçok müslümanın da burada defnedilmek istediği dikkat çekmektedir. Meselâ Abbâsîler’in iki Mısır valisi Îsâ b. Muhammed en-Nûşerî ve Ebû Mansûr Tekin et-Türkî el-Hazerî Kudüs’te defnedilmiştir. İhşîdîler’in kurucusu Muhammed b. Tuğç, kardeşi Hasan, oğulları Ebü’l-Kāsım Ûnûcûr ve Ebü’l-Hasan Ali ile İhşîdîler’in meşhur veziri ve hükümdarı Ebü’l-Misk Kâfûr da burada gömülen ünlüler arasındadır.

Kudüs, 358-463 (969-1071) yılları arasında bir asır süreyle Fâtımîler’in hâkimiyetinde kaldı. Fâtımîler devrinde Filistin ve dolayısıyla Kudüs, Fâtımîler’le Karmatîler ve Cerrâhîler başta olmak üzere çeşitli bedevî grupları arasındaki mücadelelere sahne oldu. Cerrâhîler bazan Bizans’ın da desteğiyle Filistin üzerinde söz sahibi olmaya çalıştılar. Dengesiz davranışlarıyla bilinen Fâtımî Halifesi Hâkim-Biemrillâh döneminde Kudüs’te müslümanlar gibi yahudi ve hıristiyanlar da birçok zorlukla karşılaştılar. Hâkim, 400 (1009) yılında Kıyâme (Kamâme) Kilisesi’ni yağmalatıp yıkılmasını emretti. Kilise ancak kırk yıl sonra yeniden ibadete açılabildi. Bu arada Bizans İmparatoru I. Ioannis Tzimiskes, 975’te Suriye’nin ardından Filistin’de bazı şehirleri ele geçirdiyse de Kudüs’e girmeye fırsat bulamadan bölgeden ayrıldı.

Fâtımîler devrinde Kudüs’te tıp alanında büyük gelişmeler oldu ve Muhammed b. Ahmed et-Temîmî’nin de aralarında bulunduğu birçok tabip burada yetişti. Şehirde açılan bîmâristanın zengin vakıfları bulunuyor, hastalar burada ücretsiz tedavi ediliyordu. IV. (X.) yüzyılın sonlarında İsmâilî daveti yaygınlaştırmak amacıyla şehirde bir dârülilim kuruldu.

V. (XI.) yüzyılın ilk yarısında Filistin’de ardarda meydana gelen depremler Kudüs’ü de etkiledi. 407’de (1016) yıkılmış olan Kubbetü’s-sahre ve 424’teki (1033) büyük depremde zarar gören Mescid-i Aksâ, Halife Zâhir el-Fâtımî tarafından yeniden inşa edildi. 424 (1033) ve 460 (1068) yıllarındaki depremlerden Remle’nin ciddi bir şekilde zarar görmesi Kudüs’ü yeniden ön plana çıkardı. Bu dönemde Kudüs’e gelen hıristiyan hacıların sayısının hızla arttığı görülür. 1065’te Kudüs’e Avrupa’dan 12.000 kişilik bir kafilenin geldiği bilinmektedir (EI2 [İng.], V, 328). Fâtımîler devrinde 424 (1033) ve 456 (1064) yıllarında şehrin surları ve kaleleri saldırılara karşı yeniden gözden geçirilip onarıldı.

Kudüs, Fâtımîler’den sonra çeyrek asır boyunca Selçuklu-Türkmen hâkimiyetinde kaldı. Selçuklular’ın batıya akınları sırasında önde gelen kumandanlarından olan Atsız b. Uvak 463 (1071) yılında (İbnü’l-Kalânisî, s. 98-99; İbnü’l-Esîr, X, 68) Kudüs’e girdi (Atsız’ın Kudüs’ü 465’te [1073] zaptettiği de rivayet edilir) ve Fâtımî valisini görevden uzaklaştırarak şehre hâkim oldu. Atsız, Mısır Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh adına okunmakta olan hutbeye son verip Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh ve Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan adına hutbe okuttu. Ancak altı yıl sonra çıktığı Mısır seferinde Kahire önlerinde Fâtımî ordularına mağlûp oldu. Bunun üzerine Kudüs’teki Arap asıllı kumandanlar ve idareciler Atsız’ın nâiblerine karşı isyan edip şehirde tekrar Fâtımî halifesi adına hutbe okutmaya başladılar (469/1077). Yenilginin ardından Dımaşk’a çekilmiş bulunan Atsız, Anadolu’dan gelip kendisine katılan Türkmen kuvvetleriyle beraber Kudüs üzerine yürüdü ve bir günlük kuşatmadan sonra şehri ele geçirip isyancıları şiddetle cezalandırdı. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş 471 (1079) yılında Atsız’ı ortadan kaldırdı, daha sonra Kudüs ve çevresinin yönetimini Artuk b. Eksük’e verdi (477/1085). Artuk Bey 482’de (1089) Kudüs’te yeni bir cami yaptırdı. Artuk Bey’in ölümünün ardından şehrin yönetimi 491 (1098) yılına kadar oğulları Sökmen ve İlgazi’nin elinde kaldı. Halep Selçuklu Meliki Rıdvân b. Tutuş ile Dımaşk Selçuklu Meliki Dukak arasındaki mücadeleden ve Büyük Selçuklular’ın içinde bulunduğu karışıklıklardan istifade eden Fâtımî veziri ve başkumandanı Efdal b. Bedr el-Cemâlî, Kudüs’ü bir süre kuşattıktan sonra İlgazi ve Sökmen’den teslim aldı (Şâban 491 / Temmuz 1098). Selçuklular’ın Antakya emîri Yağısıyan şehri Fâtımîler’den geri almak amacıyla Nablus’a kadar gelip Kudüs üzerine yürüdüyse de başarı sağlayamadı. Bir yıl sonra da şehir Haçlılar’ın eline geçti (492/1099).

Selçuklular’ın Kudüs’e hâkim oldukları yirmi beş yıl içerisinde şehir Sünnî çizgide önemli ilmî gelişmelere sahne oldu. Şâfiî âlimlerinden Nasr b. İbrâhim el-Makdisî, Nasriyye Medresesi’ni kurdu, onun ardından bir Hanefî medresesi kuruldu. Ebü’l-Ferec eş-Şîrâzî, Hanbelî mezhebi doğrultusunda dersler verdi. Bu dönemde İslâm dünyasının çeşitli yörelerinden çok sayıda meşhur âlim Kudüs’e gelmeye başladı. Bunlar arasında Endülüs’ten İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî, Tus’tan Ebû Hâmid el-Gazzâlî ve İşbîliye’den (Sevilla) Ebû Bekir İbnü’l-Arabî de bulunmaktaydı. 486’da (1093) Kudüs’ü ziyaret eden ve üç yıl süreyle burada kalan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Mescid-i Aksâ’da müslümanların kendi aralarında veya hıristiyan ve yahudilerle ilmî tartışmalar yaptıklarından bahseder (el-ʿAvâṣım, II, 61). Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî ve İbnü’l-Kayserânî’yi de Kudüslü meşhur âlimler arasında zikretmek gerekir.

Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da kutsal sayılması, Hz. Peygamber’in mi‘rac için Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi (isrâ), müslümanların ilk kıblesi olması ve Kur’an’da atıflarda bulunulmuş olması gibi sebeplerle Kudüs’ün İslâm toplumlarında her zaman önemli bir yeri olmuştur. Bu sebeple Kudüs’ün faziletlerine dair bazan zayıf veya uydurma rivayetlerin de yer aldığı “Fezâilü’l-Kuds” (Fezâilü Beyti’l-Makdis) literatürü oluşmuştur (Mahmûd İbrâhim, s. 83-97; Suleiman A. Mourad, XLIV [1996], s. 31-48).

Bakmadan Geçme