İstanbul'un Yıldırım Bayezid Tarafından Kuşatılması
Türkler tarafından İstanbul'un ilk ciddi kuşatması Yıldırım Bayezid (1389-1402) tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıldırım'ın iki kuşatmasından sonra, Fetret Devri'nde, oğlu Süleyman Çelebi'nin İstanbul kuşatmaları bir yana bırakılırsa, Fatih'e kadar II. Murat Gazi'nin giriştiği İstanbul Fethi teşebbüsü çok mühimdir. Bu kuşatmaya başta Emir Sultan olmak üzere birçok şeyh ve evliya katılmıştır. 'Bir Bizans kaynağı O'nun diğer şeyhlerle birlikte [&hellip]
Türkler tarafından İstanbul’un ilk ciddi kuşatması Yıldırım Bayezid (1389-1402) tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıldırım’ın iki kuşatmasından sonra, Fetret Devri’nde, oğlu Süleyman Çelebi’nin İstanbul kuşatmaları bir yana bırakılırsa, Fatih’e kadar II. Murat Gazi’nin giriştiği İstanbul Fethi teşebbüsü çok mühimdir. Bu kuşatmaya başta Emir Sultan olmak üzere birçok şeyh ve evliya katılmıştır.
“Bir Bizans kaynağı O’nun diğer şeyhlerle birlikte surların önüne gelişini tasvir ederken Osmanlılarda maddi, mânevi kuvvetlerin ne derece tesirli ve yüksek olduğunu ortaya koyar. Filhakika O’nun yaklaşması üzerine ordu: “Peygamber Efendimiz bizi irşad etmiştir. Eşref saatinin haberini ondan alacağız” diyorlardı. Türk dünyasının velisi Emir (Seyyid) Sultan’a gelince Müslüman askerleri sanki gökten melek inmiş gibi seviniyor ve O’na koşuyorlardı. Herkes O’nun ellerini ve atının üzengilerini öpüyordu. Padişah ta aynı şeyleri yaptı. Emir Sultan Hazreti Peygamberin torununa yakışır bir tavırla şunları söyledi: “Ey padişah ve Müslümanlar biliniz ki beni buraya O büyük insan, Muhammed, gönderdi. Sizlere haber vermeğe, taarruz zamanını bildirmeğe ve şehrin fethini haber vermeye geliyorum. O zamana kadar kendinizi hazırlayınız” diyordu. Sultan ve askerler O’nun sözlerini büyük bir ciddiyetle dinliyor ve her söylediğine inanıyorlardı. Emir Sultan ve yanındaki şeyhler de bizzat savaşa girdi, kılıçlarıyla Allah ve Muhammed nidalarıyla hücuma geçtiler. Müslümanların yükselen cesetleri karşısında Rumların korkusu müthişti. Hücum surlar önüne kadar ilerledi. Gerçekten İstanbul’un fethi yaklaşıyordu. Lâkin Bizans’ın hilekâr siyaseti yine imdada yetişti. Sahneye çıkardığı Şehzade Mustafa’nın isyanı ve Karamanlıların ona yâdımı Sultan Murad’ı derhal tehlikeye koşmaya ve İstanbul muhasarasını bırakmaya mecbur etti.”(Turan, 1969, c, 2. s.46) Bir yıla yakın kuşatma bu şekilde sona erdi. Sanki kader, II. Murad’a “İstanbul’u sen değil, oğlun fetih edecek” diyordu.
Tarihî bir hakikattir ki, Osmanlı Sultanları hep dindar ve din adamlarına hürmetkâr idiler. Padişahlar savaş zamanlarında hep din adamlarını ve evliya türbelerini ziyaret eder, İslâm âlimlerinin hayır dualarını alırlardı. İşte İstanbul’un fatihi ve Sevgili Peygamberimizin övdüğü sultan olan şehzâde Mehmed bu manevi iklim ve havâ içerisinde yetişmiştir. Babası O’nun büyük işler başarmak üzere yetiştirilmesi için çok gayret etmiş, O’nu devrin en büyük âlimlerinin eline teslim etmiştir. O’nun hocalarının başınsa Molla Gürâni, Molla İlyas ve Akşemseddin hazretleri gelmektedir. Çocukluğundan beri İstanbul’un fethi aşkı ile yanan Şehzâde Mehmed’e hocası Akşemseddin, Manisa’da şehzâde iken sık sık İstanbul’u fethedeceğini müjdelemiş ve :“Elem çekme begüm, siz İstanbul’u fethedeceksiniz” (Turan, 1969, c. II, s.49) demiştir.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi’den itibaren bütün Osmanlı Sultanlarının hedefi İstanbul olmuş ve bütün Osmanlı padişahı bu şerefe nâil olmak için can atmışlardır. Fatih’e kadar bu şeref hiç birisine nasip olmamıştır. Çünkü her defasında Bizans’a Avrupa’dan yardım geliyordu. Bunun için yardım yollarını kesmek gerekiyordu. Aslında İstanbul’un muhasarası, Osmanlı Gazilerinin 1356 yılında bir sal ile Çanakkale boğazından geçip Rumeli’ye ayak basmalarıyla başlamıştır.
Fransız Akademi âzâlarından tarihçi Grousset bu noktayı görebilmiş olduğu içindir ki şöyle der:
“Osmanlı fütuhatında hiçbir şey zamansız yapılmamış ve fetihler tesadüfe bırakılmamıştır. Anadolu’ya ilk geldikleri tarih noktasından itibaren Türkler, İstanbul’un fethine niyetlenmişlerdi. Ne var ki, her muhasarada şehrin Batı yardımı ile kurtarıldığını iyi bellemişlerdi. O halde öncelikle yardım yollarını kesmek ve oralara hâkim olmak şarttı. Osmanlı’nın Rumeli’ye sıçrayışından itibaren Niğbolu, Varna ve Kosova meydan savaşları bu sebeple bir strateji dehasının mühürleri gibidir. Osmanlı bir taraftan Gelibolu ile Akdeniz’den gelecek özellikle Ceneviz donanmasının yolunu kapatırken, Avrupa yardım ordularının geçiş coğrafyasına da kilit vurmasını bilmişti. İstanbul aslında Kosova savaşı ile tam bir muhasara altına alınmıştı. Fatih, iç kale’yi kuşatmış ve yüz yıllık niyetleri gerçekleştirmişti”(Bardakçı, 1994, s. 11).