İsrail nasıl kuruldu? İsrail’in geçmişi? İsrail’in tarihi
İsrail Devleti’nin kuruluş hikayesi. İsrail nasıl kuruldu?
Filistin adıyla bilinen ve Mûsevîler’ce “arz-ı mev‘ûd” sayılan topraklarda, milletlerarası yahudi örgütlerinin uzun ve mücadeleli politikası sonucu 1948 yılında kurulmuştur; resmî adı Medinat Yisrael, resmî dili İbrânîce ve Arapça’dır. Sınırları ve buna bağlı olarak yüzölçümü, kuruluşundan bu yana üç yönden etrafını çevreleyen Arap ülkeleriyle yaptığı dört savaş neticesinde büyük değişikliklere uğradı. 1947’de Birleşmiş Milletler tarafından, İngiliz mandasındaki Filistin topraklarının yaklaşık yarısı ile güneydeki Necef çölünün Akabe körfezi kıyılarına kadar uzanan büyük bir kısmının kurulacak yahudi devletine verilmesi planlanmıştı. İngilizler’in çekilmesi ve İsrail Devleti’nin ilânı üzerine (14 Mayıs 1948) başlayan savaş sonunda Batı Şeria toprakları, Kudüs şehrinin doğu yarısı ile Nablus, Halîl ve Gazze Şeridi dışında Filistin’in hemen tamamı İsrail’in eline geçti (1949). 1956, 1967 ve 1973 savaşlarında ise bütün Sînâ yarımadası ile Batı Şeria toprakları, Suriye’nin Golan tepeleri yöresi ve Kudüs şehrinin tamamı işgal edildi. Daha sonraki yıllarda meydana gelen siyasî gelişmeler neticesinde Sînâ yarımadası Mısır’a iade edildi. Erîhâ bölgesi ve Gazze Şeridi’ne de Filistin Devleti’nin kontrolünde özerklik verildi.
İslam Ansiklopedis’nden derlenen bilgilere göre,
1967 savaşından sonra işgal edilen topraklar İsrail Devleti’nin bir parçası olarak sayılmaz; bu tarihten önceki sınırlar içinde yüzölçümü 20.700 km2’dir ve bunun 445 km2’si göllerle kaplıdır. Bu rakam fiilen İsrail kontrolündeki 5678 km2 Batı Şeria, 1150 km2 Golan tepeleri ve 373 km2 Gazze Şeridi topraklarıyla birlikte 27.900 km2’yi bulur. 1983 sayımında ülke nüfusu 3.349.997 kişi idi. Bu rakam 1993 yılında 5 milyonu aştı. 1998’de nüfus 5.740.000 oldu. Toplam nüfusun % 80,5’ini yahudiler, % 14,6’sını müslümanlar oluşturur; ayrıca % 3,2’si hıristiyan ve % 1,7’si Dürzî’dir. 1980 yılına kadar Tel Aviv olan hükümet merkezi bu tarihte alınan tek yanlı bir kararla Kudüs’e (557.000) nakledildi; ancak yabancı elçiliklerin hemen tamamı Tel Aviv-Yafa kesiminde kaldı.
İSRAİL’in FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
İsrail toprakları batıda Akdeniz ile doğuda yer kabuğunun en belirgin tektonik çukurlarından Vâdilaraba (Arava)-Gor depresyonu arasında, genişliği en çok 110 km. kadar olan ve yer yer 20 (Tel Aviv’in kuzeyi), hatta 10 kilometreye (güneyde Eilat [Eyle] koridoru) inen bir şerit halinde uzanır; kuzey ve güney uçlar arasındaki mesafe yaklaşık 426 kilometredir. Kuzeyden güneye ve doğudan batıya en çok birkaç saat içinde katedilebilecek küçüklükteki İsrail’de jeolojik yapı ve yüzey şekilleri bakımından başlıca dört birim seçilir. Bunların en belirgini, ülkeyi daha doğudaki eski Arabistan platformundan ayıran tektonik çukurluktur. Taban genişliği 10-30 km. arasında değişen bu çukurluk, güneyde Akabe körfezinin karadaki uzantısı olan Vâdîaraba ile başlar, orta kesiminde Gor ve daha kuzeyde Hule ovaları ile devam eder. Yer yer 1000 metreyi aşan yüksek alanların içine gömülmüş durumdaki bu çukurluğun tabanında, kuzeydeki Cebelüşşeyh’in (Hermon dağı, 2814 m.) yamaçlarından inen kaynak kollarının birleşerek oluşturduğu Şeria nehri çok menderesli bir çığırda güneye doğru akar ve Yermük ile Ürdün’den gelen Zerkā kollarını aldıktan sonra bataklık bir delta yaparak dünyanın en tuzlu göllerinden biri olan ve bu sebeple içinde canlı barındırmayan Lut gölüne (Ölüdeniz) dökülür.
İkinci büyük birimi, Gor-Araba depresyonunun batısında bu tektonik çukur alandan fay diklikleriyle ayrılmış bulunan dağ ve platolar oluşturur. Yüksekliği çoğu yerde 1000-1200 metreyi bulan bu birim kuzeyde Celîle dağları ile başlar ve Hârun ırmağının doğuya, Kişaon ırmağının batıya doğru izlediği Yizreel ovası ile kesintiye uğradıktan sonra orta kesiminde Sâmiriye ve Yahudiye platoları ile devam eder. Güneyde bazı münferit tepeler dışında yükseltisi genellikle 300-500 m. dolaylarında olan ve ülkenin yarısına yakınını kaplayan Necef (Negev) bölgesi yer alır. Bu bölgenin güneybatı kesimleri kumullarla kaplı bir çöl alanıdır. Üçüncü ve dördüncü birimleri ise dağlar ve platolar alanının batı eteklerinde bulunan verimli topraklarla kaplı 100-500 m. yükseklikteki Şefela bölgesiyle onun batısında fosilleşmiş kumul sıralarının sahile paralel olarak uzandığı kıyı ovaları teşkil eder.
İklim bakımından İsrail, Akdeniz iklimiyle çöl iklimi arasında bir geçiş sergiler. Bu geçiş özellikle batı-doğu doğrultusunda çok hızlı bir şekilde gelişir. Celîle dağlarında 1200, Sâmiriye ve Yahudiye platolarında 800 milimetreye varan yıllık yağış miktarı, Gor çukuruna inerken Hule ve Taberiye gölleri kıyılarında 500, Lut gölü kıyılarında 100, hatta 50 milimetreye düşer. Aynı şekilde kıyı bölgesinde de Akkâ ve Hayfa dolaylarında 600-800 mm. arasında olan yıllık yağış miktarı Gazze yöresinde ve Necef’te 200 milimetrenin altına iner. Yağışlar gibi sıcaklıklar bakımından da İsrail’in çeşitli bölge ve yöreleri arasında belirgin farklılıklar vardır. Temmuz ayının sıcaklık ortalaması kıyı kesiminde 25-26 °C, gerideki platolar üzerinde 20-22 °C dolayında olduğu halde Gor ve Araba depresyonlarında 32-33 °C dolayındadır ve bazan 45 dereceyi bulur. Ocak ayı ortalama sıcaklıkları kıyıda 12-13 °C, Gor çukurunda 15-16 °C ve Kızıldeniz kıyısındaki Eilat’ta 17 °C iken platolar alanında ancak 7-8 °C kadardır. Yüksek alanlar kışın karla da kaplanabilir. Yıllık buharlaşma değerleri genelde yüksektir ve kıyı kesiminden iç kesimlere doğru artar (Lut gölü çevresinde 2000 milimetreden çok). Bu durum su kaynakları esasen kısıtlı olan ülkede karşılaşılan başlıca sorunlardan biridir. Bitki örtüsü de bu iklim şartlarını yansıtır. Dağların ve platoların batıya bakan yamaçlarındaki aslî ormanlar (özellikle keçi boynuzu, çam ve meşe) geniş alanlarda tahrip edilmiş ve yerini Akdeniz kıyılarının karakteristiği makiler almıştır.
Halen İsrail Devleti’nin sınırları içinde kalan topraklardaki nüfus, XIX. yüzyılın sonlarından bugüne kadar bir yandan giderek hızlanan bir tempo ile artarken bir yandan da din ve etnik köken bakımından büyük değişiklikler geçirmiştir. Bu durumun esas etkeni dünyaya dağılmış olan yahudilerin Yahudiliğin doğum yeri saydıkları arz-ı mev‘ûda dönerek bu topraklara sahip çıkmak istemeleridir. Filistin’de yahudi kolonizasyonunun oluşumu ve İsrail’in kuruluşuna yönelik ilk adımlar, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ve XX. yüzyılın başlarında bu bölgenin Osmanlı hâkimiyeti altında bulunduğu dönemde atıldı. Kurucu kolonistler, siyonist teşkilâtlar aracılığıyla başta banker Rothschild olmak üzere dünyadaki yahudilerden topladıkları paralarla bilhassa kıyı bölgesindeki verimli, fakat o dönemde pek oturulmayan kesimlerde binlerce dönümlük arazi satın aldılar. Bugün yüz binlerce yahudinin yaşadığı Petah Tikva 1878’de, Richon Letsion 1882’de, Rehovot 1890’da ve Tel Aviv 1907’de bu şekilde kurulmuş şehirlerdir. Bu çalışmalara paralel olarak göçler yolu ile bölgede yahudi nüfusu giderek arttı. Bazı kaynaklara göre 1800 yılında Filistin’de yaşayan 275.000 kişinin ancak 7000 kadarı Mûsevî idi. Bu rakamlar 1890’da 532.000/43.000’e, 1914’te 690.000/94.000’e, 1931’de 1.035.154/175.000’e ve 1940 yılında 1.529.000/456.743’e yükseldi. Bu tarihlerde sayıları giderek artmakla beraber yahudiler azınlığı, Araplar ise çoğunluğu oluşturuyordu. Bu durum, İsrail’in kuruluşu ve sayıları çeşitli kaynaklara göre 360.000-1.000.000 arasında tahmin edilen Araplar’ın komşu ülkelere göç etmesiyle kökten değişti. 1950’de 1.370.000 olan İsrail nüfusunda yahudilerin sayısı 1,2 milyona çıkmış, müslümanların sayısı ise 167.000’e inmişti. Aynı yöndeki gelişme yahudi göçleriyle daha da kuvvetlendi; 1991 yılında 5 milyonu bulan nüfusun 4,1 milyonu yahudi (% 82) ve ancak 700.000’i müslümandı. 1998’de ise 5.740.000 olan nüfusun 840.000’i müslümandı.
Nüfusun hızlı artması ve birleşimindeki değişiklikler daha çok dışarıdan gelen göçlerle gerçekleşmiştir. 1882-1914 yılları arasındaki göçmen sayısı 55-79.000 civarında iken İngiliz manda döneminde hızlanan göç hareketi İsrail Devleti’nin kuruluşundan sonra 1,6 milyona ulaştı. Bunların % 55’i Orta ve Doğu Avrupalı, % 20’si Afrikalı ve % 16 kadarı da Asyalı yahudilerdi. Bu dönemde Türkiye’den göç edenlerin sayısının 80.000 dolayında olduğu tahmin edilmektedir. İsrail’e göç süreci, zaman zaman dalgalanmalara uğramakla beraber günümüzde de sürmektedir. 1991’de yahudi nüfusunun % 62 kadarını İsrail’de doğanlar (Sabralar), geri kalanını ise dış ülkelerde doğmuş olanlar meydana getiriyordu. Nüfusun yarıya yakınını Orta Avrupa kökenli yahudiler (Aşkenaziler), yarıdan biraz fazlasını da doğu kökenli sayılan, özellikle 1492’de İspanya’dan sürülen, çoğu Osmanlı Devleti’ne sığınan ve ana dilleri İspanyolca-İbrânîce karışımı Ladino olan Sefaradlar teşkil eder. Değişik ülkelerden gelen göçmenlerin kullandığı dillerin sayısı altmıştan fazladır.
Nüfusun birleşimi gibi nüfusun ve yerleşmelerin dağılışı ve yerleşme düzeni de XX. yüzyıl içinde büyük ölçüde değişmiştir. Halkın yaklaşık % 90’ı şehirlerde, % 10’u kırsal kesimlerde yaşar. Halbuki XIX. yüzyılın sonlarına kadar Filistin’de kırsal nüfusun oranı çok daha fazla idi. Ayrıca kırsal ve kentsel yerleşmelerin büyük çoğunluğu dağlık ve platoluk yörelerde toplanmış bulunuyordu; şehirlerin başlıcaları Kudüs (Yeruşalem), Halîl (Hebron), Beytülahm (Beytlehem), Erîhâ (Jericho), Râmallah (Ramla), Cenîn, Nâsıra (Nazareth) ve Safed (Zefad) idi. Buna karşılık kıyı kesimindeki eski şehirlerin çoğu zamanla ya harap olmuş (meselâ Kayseriye-Har Qesari) veya değişen siyasî şartlar paralelinde eski önemini kaybetmiştir (Akkâ ve Askalân gibi). Yeni gelen göçmenlerin yerleşmek için tercihleri özellikle Tel Aviv ve Hayfa yöreleridir. Bu civardaki başlıca eski şehirler Akkâ ve halen ülkenin en büyük limanı ve endüstri merkezi olan Hayfa ile (1998, 255.000) Kudüs’ün geleneksel limanı olup günümüzde Tel Aviv’le birleşmiş durumdaki Yafa’dır. Kıyı kesiminde tamamıyla yeni birçok şehir kurulmuş ve gelişmiştir. Tel Aviv (357.000 nüfus), Holon (163.000), Petah Tikva (154.000), Bat Yam (145.000), Netanya (140.000), Richon le Zion (171.000), Rohovot ve Herzlia bunların başlıcalarıdır. Ülkenin güney kesimlerinde nüfus yoğunluğu azalır; bu geniş step ve çöl bölgesinin en büyük merkezi Bi’rüssebi‘ ile (Bīr Şiva, 135.000) Akabe körfezi kıyısındaki Eilat’tır.
İsrail ekonomik bakımdan gelişmiş bir ülke sayılır. 1999’da millî gelir kişi başına yılda 18.000 doların üzerindeydi. Ekonomik yapısı da Ortadoğu’nun diğer ülkelerine benzemez. 1996’da faal nüfusun % 31,2’si kamu hizmeti, % 20,2’si imalât, % 13,1’i finans ve iş, % 12,8’i ticaret, % 7,5’i inşaat, % 6,4’ü personel ve diğer hizmetler, % 6,2’si nakliye ve haberleşme ve % 2,6’sı ziraat, ormancılık ve balıkçılık alanında çalışmaktadır. Millî gelirde tarımın payı önemsizdir; en büyük gelir çeşitli hizmetlere aittir. Küçük ve doğal kaynakları çok sınırlı bir ülke olmasına rağmen İsrail’in dış ticaret hacmi 1993 yılında 34 milyar doları geçiyordu. Ekonomik gelişme ve bugünkü ekonomi dışarıdan sağlanan kaynaklarla yakından ilgilidir. Çok defa yılda 3 milyar doları aşan Amerikan yardımı, uluslararası yahudi organizasyonlarının (Dünya Siyonist Kuruluşu [WSO]; İsrail İçin Yahudi Ajansı [JAFI]; Birleşik Yahudi Ajansı [USA] ve Keren Hayesod gibi) her yıl yüzlerce milyon doları geçen bağışları ve Almanya’nın ödediği tazminat bu kaynakların başlıcalarıdır.
Tarım, gerek istihdam gerekse üretim ve ihracat bakımından ülke ekonomisinde küçük bir paya sahiptir; millî gelirde payı % 4, ihracatta ise ancak % 2,7 kadardır. Yahudiler uzun yıllar çiftçilikten uzak kaldıkları için toprak edinmelerine, buralara bağlanmalarına ve kırsal yerleşmeler kurmalarına büyük özen gösterilmiş, bunların gerçekleştirilmesi İsrail Devleti’nin kurulması yolunda başlıca yöntem sayılmıştır. Tarıma verilen bu ideolojik öneme rağmen ihtiyaçların ancak % 70’i sağlanabilmekte, gerisi ithal edilmektedir. Tarım yapılan topraklar ülkenin yaklaşık % 21’i kadar bir yer kaplar. Oranın düşüklüğünün sebebi su kaynaklarının yetersizliğidir. Ancak yarıdan çoğu yarı kurak ve kurak olan ülkede gerçekleştirilen büyük su projeleriyle tarım alanlarının yarısında sulu tarım yapılmaktadır. Başlıca su projesi, Taberiye gölü kıyılarından başlayıp kıyı ovası boyunca ülkenin güney bölgesine uzanan ve büyük çaplı borular, akuadükler, açık kanallar, tüneller, göletlerle pompa istasyonlarından oluşan yıllık 320 milyon m3 kapasiteli Kinneret-Necef isâle hattıdır. En çok yetiştirilen ürünler turunçgiller (1,5 milyon ton), çeşitli sebzeler (1 milyon ton), patates (214.000 ton) ve buğdaydır (291.000 ton). En çok kümes hayvanları, sığır, koyun ve keçi beslenir. En önemli tarımsal ihraç maddesi, değerce ihraç edilen tarım ürünlerinin 14
kadarını sağlayan turunçgillerdir.
Yer altı kaynakları bakımından İsrail fosfat ve potas dışında fakir bir ülkedir. Buna karşılık 3 milyon tona yakın fosfat ve 2 milyon tonu aşan potas üretimiyle dünyanın başta gelen ülkeleri arasında yer alır. Lut gölü kıyıları (potas ve brom) ve Necef (fosfat) ülkenin yer altı kaynakları bakımından en önemli yöreleridir. Ayrıca pek zengin olmayan bakır (Eilat’ın kuzeyi) ve demir (Necef bölgesi) yatakları da vardır. Millî gelirin % 25’ini ve ihracatın % 57’sini gerçekleştiren sanayi yatırımları ekonomide çok önemli bir yere sahiptir. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana özellikle yüksek teknolojiye dayanan elektronik cihazlar, bilgisayarlar, elmas işlemeciliği, ziraî ve tıbbî ilâçlar, kimya sanayii ve savaş sanayii alanlarında büyük gelişme olmuştur. Elmas ve diğer kıymetli taş işlemeciliğinde İsrail bugün, Hollandalı usta göçmenler sayesinde dünyanın en önde gelen ülkeleri arasında yer alır ve ihraç ettiği sanayi mallarının değer bakımından % 20’den çoğunu işlenmiş taşlar oluşturur. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Topluluğu ile yapılan ticaret anlaşmaları İsrail sanayiinin rekabet gücünü arttırmış, ayrıca özellikle ihracata yönelik sanayi kollarının gelişmesine yol açmıştır. Ülke ithalâtında en büyük pay sanayi için gerekli malzemeye ve yatırım mallarına düşer.
İSRAİL DEVLETİ TARİHİ
II. Dünya Savaşı’nın ardından İngilizler, 1920’de kurdukları manda yönetimiyle Filistin’de başarılı olamadıklarını, bu toprakların geleceği yönünde önerdikleri planların sonuç vermediğini ve yahudi terörünün artık kendilerini de hedef almaya başladığını görmeleri üzerine konuyu Birleşmiş Milletler’e götürdüler (Şubat 1947). Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 2 Nisan 1947’de Filistin için, hükümetsiz olmalarına rağmen yahudilere de söz hakkı tanınan özel bir oturum yapıldı. Ardından 15 Mayıs 1947 tarihinde 106 sayılı kararla Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi kuruldu. On bir üyeli komite (Avustralya, Kanada, Çekoslovakya, Guatemala, Hindistan, İran, Hollanda, Peru, İsveç, Uruguay, Yugoslavya) incelemeler sonunda biri çoğunluk (yedi üyenin benimsediği), diğeri azınlık (üç ülke) adıyla anılan iki ayrı rapor hazırladı (Avustralya her ikisine de çekimser kaldı). Azınlık raporu (Hindistan, İran, Yugoslavya) azınlık haklarının gözetildiği birleşik ve bağımsız bir Filistin’i, çoğunluk raporu ise iki ayrı devleti ve Kudüs için milletlerarası bir rejimi öngörüyordu. Raporların farklı yönleri bir alt komitede giderilerek Filistin’in Araplar ve yahudiler arasında taksim edilmesi görüşü benimsendi. Hazırlanan rapor 29 Kasım 1947’de genel kurulda on üçe karşı otuz üç oyla kabul edildi ve böylece meşhur “taksim kararı” alınmış oldu. Filistin’in Gelecekteki Yönetimi adını taşıyan 181 (II) sayılı bu karar, tavsiye niteliği taşımakla birlikte müstakbel İsrail Devleti için meşruiyet zemini oluşturmuş ve bu sebeple İngiliz manda idaresi döneminde kurulan ve bir kamu kurumu olarak yahudileri temsil eden siyonist örgüt Yahudi Ajansı tarafından desteklenirken Arap ülkelerince reddedilmiştir. Kararın çıkmasından sonra İngiltere 15 Mayıs 1948’de manda yönetimine son vereceğini açıkladı (1 Ocak 1948). Bunun üzerine siyonist terör örgütleri (Irgun, Stern), kararda yahudilere ayrılan toprakları ve mümkün olduğu kadar daha fazlasını belirlenen gün gelmeden ele geçirmek için harekete geçtiler ve özellikle Nisan 1948’de iyice şiddetlenen çatışmalarda Arap halkını yok etmeye yöneldiler. Deir Yassin katliamında (9 Nisan 1948) çoğu kadın ve çocuk 254 kişi öldürüldü. 14 Mayıs’a kadar siyonistler Taberiye, Safed, Samakh, Hayfa ve Yafa’ya hâkim oldular. İngiltere’nin Filistin’den çekilmesinden birkaç saat önce Tel Aviv’de toplanan Yahudi Millî Konseyi (Vaad Leumi) yayımladığı deklarasyonla İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilân etti. Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığın ilânından on bir dakika, Sovyetler Birliği de bir gün sonra İsrail’i tanıdıklarını açıkladılar. Bağımsızlıkla birlikte David Ben Gurion başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu.
İsrail Devleti’nin kuruluşu Araplar tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı ve hemen ertesi gün Arap Birliği’ne bağlı Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan kuvvetlerinin Filistin’e girmesiyle ilk Arap-İsrail savaşı başladı ve önemli askerî başarılar elde eden İsrail, egemenliğindeki toprak miktarını genişletti. Bu arada Birleşmiş Milletler’in kurduğu bir mütareke komisyonu aracılığıyla Kudüs’te Arap ve yahudi kesimlerini ayıran bir sınır antlaşması yapıldı (20 Temmuz 1948). Mısır’ın Birleşmiş Milletler’in ateşkes çağrısını kabul etmesiyle duran çatışmaların arkasından İsrail savaşa katılan Arap ülkeleriyle ayrı ayrı görüşmeler yaparak Mısır’la 24 Şubat, Lübnan’la 23 Mart, Ürdün’le 3 Nisan ve Suriye ile 20 Temmuz 1949 tarihlerinde mütareke antlaşmaları imzaladı. Savaştan büyük kazançla çıkan İsrail, taksim kararının yahudilere bıraktığı toprakları en az yarısı kadar genişletmiş oldu. Diğer taraftan kararda Filistinli Araplar’a bırakılan Batı Şeria’yı Ürdün, Gazze’yi de Mısır işgal etti; ayrıca Kudüs 1967 savaşına kadar Ürdün’de kaldı.
İsrail’de yapılan ilk genel seçimler (25 Ocak 1949) sonunda Mapai (İşçi Partisi) lideri David Ben Gurion dinci küçük partilerle koalisyon hükümeti kurarken devlet başkanlığına siyonist liderlerden Chaim Weizmann seçildi (16 Şubat 1949). Ülke 11 Mayıs 1949’da Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin olumlu oylarıyla Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edildi. Temmuz 1950’de çıkarılan dönüş kanununa göre dünyanın çeşitli yerlerinden İsrail’e göç eden yahudilerin sebep olduğu ekonomik ve siyasal problemler İsrail yöneticilerini zor durumda bıraktı. Hızlı nüfus artışının beraberinde getirdiği problemlerin yanında Filistinliler’le sürekli çatışma halinde olunması ve dış güvenlikten mahrum bulunulması askerî harcamaların artmasına yol açtı; yaşanan ekonomik sıkıntılar Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerde bulunan siyonist teşkilâtı şubelerinden sağlanan yardımlarla aşılabildi.
İsrail’in 1949 yılında komşu Arap ülkeleriyle mütareke antlaşmaları imzalamasına rağmen sınır bölgelerindeki çarpışmalar hemen hiç kesilmedi. Yahudilerin izlediği yıldırma politikası sonucu komşu ülkelere sığınan binlerce Filistinli’nin yanında Arap kamuoyunun ve liderlerinin de milletlerarası kuruluşların ve büyük devletlerin desteğiyle ortaya çıkmış olan İsrail Devleti’ne tahammül edememesi sürtüşmeleri sürekli hale getirmiştir. Mart 1951’de Suriye-İsrail sınırında başlayan silâhlı çatışma Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin müdahalesiyle son bulduysa da (15 Mayıs) İsrail’in Şeria nehri üzerinde bir hidroelektrik santral kurmaya kalkması üzerine 12 Eylül 1953’te Ürdün’ün de katılmasıyla yeniden patlak verdi ve İsrail 1 Ekim’de bu projeyi durdurmak zorunda kaldı. 1954 yılında Ürdün-İsrail sınırında başlayan çarpışmalar da 1955’te İsrail-Mısır sınırına sıçradı ve Mısır’ın Tiran Boğazı’nı Akabe körfezine gidecek gemilere kapatması (11 Eylül) gerginliği arttırdı. Bu sırada Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır’ın izlediği Arap milliyetçiliği politikası, Çekoslovakya’dan silâh alması ve Asvan Barajı’nın finansmanı için Süveyş Kanalı’nı millîleştirmesi Mısır-Batı ülkeleri ilişkilerinde ciddi krize dönüşürken İsrail ile Fransa ve İngiltere arasındaki ilişkilerin gelişmesine yol açtı. Kanal sorunuyla ilgili görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine İsrail İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a saldırma kararı aldı (23 Ekim 1956). İsrail birlikleri 29 Ekim’de Sînâ’ya girdiler ve birkaç gün içerisinde bir koldan Süveyş Kanalı’na ulaşırken bir koldan da Gazze, Tiran ve Şarmeşşeyh’i ele geçirdiler; İngilizler’le Fransızlar da 5 Kasım’da kanala çıkarma yaptılar. Fakat Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve dünya kamuoyunun bu duruma çok sert tepki göstermesi üzerine istilâcılar tamamen geri çekilmek zorunda kaldılar. Amerika Birleşik Devletleri, saldırının kendisine haber verilmeden gerçekleştirilmesi sebebiyle İsrail’e silâh sevkiyatını durdurduysa da savaştan sonra ilişkiler düzeldi. Arap kamuoyunu kazanmaya yönelik olan Amerika’nın tepkisi, Eisenhower doktriniyle (5 Ocak 1957) Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın yerini almaya başladı.
Arap dünyasıyla İsrail’i üçüncü defa karşı karşıya getiren 1967 savaşının öncesinde İsrail’i meşgul eden en önemli konu, Filistin sorununun ancak kendi mücadeleleriyle çözümlenebileceğine inanan Filistinliler’in 1955’ten itibaren teşkilâtlanmaya başlamış olmalarıydı. el-Fetih’in İsrail hedeflerine planlı saldırıları başlamış ve 1962’den sonra giderek artış göstermişti. 1964’te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) 1967’de el-Fetih’in kontrolüne geçmesi ise çok ciddi bir gelişmeydi. 1965’te Ürdün topraklarından İsrail’e yöneltilen hücumlar artarken 1966’da saldırılar İsrail-Suriye sınırında yoğunlaştı. Mayıs 1967’de İsrail ile Suriye ve Mısır’ın ilişkileri giderek gerginleşti. Bu ülkeler sınıra asker yığarken Ürdün de olağan üstü tedbirler aldı. 1956 savaşının kumandanı Moşe Dayan Savunma bakanı yapılarak geniş yetkilerle donatıldı. İsrail’in 5 Haziran 1967 günü Mısır havaalanlarına saldırıp 280 uçağı yerde imha etmesiyle Altı Gün Savaşı da denilen 1967 savaşı başladı. Aynı gün Ürdün ve Suriye’ye de saldıran İsrail yine Arap kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Bu üçüncü savaşta İsrail Sînâ yarımadası, Golan tepeleri, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni işgal ederek topraklarını üç kat arttırdı. Savaş Araplar için tam bir hezimet, İsrail için ise büyük bir zafer oldu ve İsrail-Arap ilişkilerinde yeni bir safha başladı. O güne kadar Araplar için temel hedef İsrail’i ortadan kaldırmak iken artık İsrail’in işgal ettiği yerleri geri almak başlıca amaç haline geldi. Başbakan L. Eshkol, savaş öncesindeki duruma hiçbir zaman dönülmeyeceğini açıkça söylemekteydi. 1967 savaşında ele geçirdiği topraklarla İsrail manda dönemindeki Filistin’e tamamen sahip olmuş, yani Birleşmiş Milletler’in Filistinli Araplar’a bıraktığı toprakların hepsini hâkimiyeti altına almış bulunuyordu. Birleşmiş Milletler’in çabalarıyla 10 Haziran 1967’de duran savaş, bu savaşın ortaya çıkardığı Filistinli mülteciler ve Kudüs meseleleri Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun olağan üstü toplantısında (27 Haziran – 21 Temmuz) görüşüldüyse de herhangi bir karara varılamadı ve konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne havale edildi. Güvenlik Konseyi, 22 Kasım 1967’de İsrail’in ele geçirdiği bütün topraklardan çekilmesine dair karar aldı. Fakat sorunun çözümüne bu kararın bir katkısı olmadı; çünkü Araplar önce İsrail’in çekilmesini savunurken İsrail önce barış yapılması ve devletlerinin resmen tanınması hususlarında direndi. Suriye ve Mısır ise bu kararı kabul etmediler.
1967 savaşı ikinci bir mülteci dalgasına yol açtı ve Batı Şeria’dan 400.000, Gazze Şeridi’nden 50.000 kişi yerlerini terketti. Hartum’da toplanan Arap zirvesi (28 Ağustos 1967) İsrail’le hiçbir şekilde barış yapılmaması ve Filistinliler’in haklarından tâviz verilmemesi kararı aldı. Savaştan sonra İsrail silâh sanayiini geliştirmeye önem verdi. Kendisinin ürettiği nükleer başlık da atabilen füzelerin yanında Amerika Birleşik Devletleri’nden aldığı askerî yardımlarla ordusunu güçlendirerek bölgenin konvansiyonel ve nükleer silâhlara sahip önde gelen ülkesi oldu. Araplar’ın ve Filistinliler’in politikaları da giderek sertleşti. el-Fetih, hem işgal altındaki topraklarda hem de dışarıda gerilla savaşı başlattı; İsrail de bu örgütle iş birliği yapanları şiddetli şekilde cezalandırma yoluna gitti. Bunun üzerine el-Fetih merkezini Ürdün’e nakletti; ancak 1970 ve 1971 yıllarında Ürdün yönetimiyle aralarında patlak veren kriz sonunda Filistinli militanlar bu ülkeden ayrılarak Lübnan’a sığınmak zorunda kaldılar, bu durum İsrail’in Lübnan politikasını etkileyen temel unsur oldu.
Dördüncü Arap-İsrail savaşının (Yom Kippur Savaşı) patlak verdiği tarihe kadar (6 Ekim 1973), Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı çerçevesinde başlatılan barış çabaları sonuçsuz kaldı. Bir yanda Mısır’ın, diğer yanda İsrail’in bulunduğu kanal bölgesinde devamlı yıpratma çatışmaları meydana geliyordu. Nihayet Mısır ve Suriye birliklerinin harekete geçmesiyle savaş başladı. İlk günlerde Arap kuvvetleri bazı başarılar elde ettilerse de sonunda İsrail duruma hâkim oldu ve hem Sînâ’da hem Golan tepelerinde topraklarını genişletti. Savaşın en önemli sonucu Araplar’ın İsrail’e destek veren ülkelere petrol ambargosu uygulamalarıdır.
İsrail bu savaştan sonra Araplar’a ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı daha da sertleşerek Arap ülkeleriyle ayrı ayrı görüşmeyi ve barış yapmayı savunmaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in mekik diplomasisi sonunda Mısır-İsrail (18 Ocak 1974) ve Suriye-İsrail (5 Haziran 1974) arasında askerlerin cephelerden ayrılmasını öngören antlaşmalar yapıldı. Ardından Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Jimmy Carter’in teşebbüsleriyle Başbakan Menahem Begin, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’la Camp David’de bir araya geldi (5 Eylül 1978) ve buradaki görüşmeler sonunda İsrail’le Mısır arasında barışın çatısını kuran Camp David antlaşmaları adı verilen iki çerçeve antlaşması imzalandı (17 Eylül 1978). Bunlara göre İsrail Sînâ’dan çekilmeyi ve Ortadoğu barışı için Filistin sorununun önemli bir faktör olduğunu kabul ediyordu. Ardından Washington’da başlayan (12 Ekim 1978) İsrail-Mısır görüşmeleri yine bir barış antlaşmasının imzalanmasıyla sona erdi (26 Mart 1979). Böylece İsrail ilk defa bir Arap ülkesiyle barış yapmış ve ele geçirdiği bölgeden (Sînâ) çekilmeyi kabul etmişti. Antlaşmanın uygulanmasında bazı problemlerle karşılaşılmış olmakla birlikte İsrail ve Mısır arasında büyükelçi teâtisi gerçekleşmiş (26 Şubat 1980) ve İsrail Sînâ’dan tamamen çekilerek burayı Mısır’a geri vermiştir (26 Nisan 1982). 1979’da başlayan Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın özerkliği görüşmeleri ise İsrail’in buralarda yeni yahudi yerleşim merkezleri kurmayı hızlandırması, Doğu Kudüs’ü ilhak kararı alması (Mayıs 1980) ve Irak’taki bir nükleer reaktörü bombalaması (8 Haziran 1981) gibi sebeplerle neticesiz kaldı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın öldürülmesinin ardından (6 Ekim 1981) 30 Haziran 1981’deki seçimlerden sonra yeniden başbakan olan Menahem Begin hükümeti Golan tepelerini ilhak kararı aldı (14 Aralık 1981). Böylece yeni bir düşmanlık süreci başladı ve İsrail ile Araplar’ı birbirlerine yaklaştırmak için Avrupa Topluluğu planı, Fehd planı, Reagan planı, Fez planı gibi dışarıdan yapılan öneriler de bir fayda sağlamadı.
İsrail’in kuzey komşusu Lübnan’la ilişkileri 1970’lere kadar genelde sorunsuz geçti. 1967 savaşından sonra Ürdün’e gelen Filistinli gerillaların 1970 ve 1971’de bu ülkeden çıkarılmaları üzerine çoğu Lübnan’a gitmişti. Bunların sınırdan sızarak saldırılar düzenlemeleri ilişkilerin bozulmasına yol açtı. İsrail, kuzey sınırını emniyet altına alma ve güvenli bir bölge oluşturma teşebbüsünde bulununca sorunlar çıktı. 1975-1976 iç savaşında Suriye ordusunun Lübnan’a davet edilmesine İsrail sert tepki gösterdi ve Arap caydırma gücüne dönüştürülen bu ordunun Lübnan’daki Litani nehrinin güneyine inmesine izin vermedi. 12 Mart 1978’de, bir gün önce Lübnan’dan gelerek otuz dört kişiyi öldüren Filistinli gerillaları cezalandırmak amacıyla harekete geçen İsrail ordusu Güney Lübnan’ı işgal etti. Haziran 1981’de de Güney Lübnan’daki Filistin kampları bombalandı. İsrail bir yıl sonra da Lübnan’ın tamamını işgale yönelerek (6 Haziran 1982) Filistin Kurtuluş Örgütü kuvvetlerinin bulunduğu her yeri bombaladı ve beş gün içerisinde Beyrut’a ulaştı. Doğu Beyrut’taki hıristiyanların desteklediği “Galile’ye barış operasyonu” adı verilen bu işgal hareketi sonunda Filistinliler, 7 Ağustos’ta ateşkes yapmayı ve Batı Beyrut’tan çıkmayı kabul etmek zorunda kaldılar (21 Ağustos 1982). On gün içerisinde Lübnan’dan ayrılan Filistin Kurtuluş Örgütü ve Filistinli mülteciler Tunus, Cezayir, Irak gibi Arap ülkelerine sığındılar. İki hafta sonra Lübnan Cumhurbaşkanı Beşîr Cemayel’in bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine müslümanların yaşadığı Batı Beyrut’a giren İsrail birlikleri, güneydeki Sabra ve Şatilla kamplarında bulunan yüzlerce Filistinli’nin hıristiyan Falanjistler tarafından öldürülmesine göz yumdular (16-17 Eyül 1982). Bu olay bütün dünyada büyük bir nefret uyandırmış ve İsrail yönetimi olayın sorumlularını yargılamak zorunda kalmıştır. İsrail, Lübnan ve Amerika Birleşik Devletleri arasında başlayan görüşmeler (28 Aralık 1982), İsrail’in sekiz on hafta içerisinde Lübnan’dan çekilmesini ve Güney Lübnan’da iki ayrı güvenlik bölgesi oluşturulmasını öngören bir antlaşmanın imzalanmasıyla sona erdi (17 Mayıs 1983).
Lübnan’ın işgali, İsrail yönetimini dışarıda olduğu gibi içeride de çeşitli zorluklarla karşı karşıya bıraktı. Silâhlanma ve askerî harcamaların artması ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları daha da ağırlaştırdı ve denetim altına alınamayan yüksek seviyedeki enflasyon halkta huzursuzluk doğurdu. Menahem Begin’in başbakanlıktan istifa etmesi üzerine Herut Partisi başkanı Izak Şamir hükümet kurdu (10 Ekim 1983). 23 Temmuz 1984’te yapılan genel seçimlerden sonra İşçi Partisi ile Likud anlaşmaya vararak Şimon Peres başkanlığında bir millî birlik hükümeti oluşturdular. Bu hükümet döneminde en önemli sorun ülkenin ekonomik alanda içine düştüğü kötü durum ve Lübnan’da bulunan askerî güç idi; geri çekilme ancak Haziran 1985’te tamamlanabildi. Koalisyon ortakları arasında işgal altındaki yerlerde yahudi yerleşim merkezleri kurulması konusunda ciddi görüş ayrılıkları belirdi; İşçi Partisi bu merkezlerin sınırlandırılmasını savunurken Likud sürdürülmesini istiyordu. Diğer taraftan işgal altındaki topraklarda 9 Aralık 1987’de ve 1993’e kadar devam eden ilk “intifâda” hareketi yönetimi zor duruma düşürdü. İsrail güvenlik güçlerinin silâhlarına taşlarla karşı koyan Filistinli gençler büyük bir direniş sergilediler. Bu hareketle birlikte alınan İsrail mallarına boykot ve resmî işlerde çalışmama gibi kararlar ülke ekonomisi için ciddi bir problem oldu. Haziran 1990’da Izak Şamir liderliğinde kurulan İsrail tarihinin en katı hükümeti intifâdaya son vermek için acımasız tedbirler uyguladı. Yine 1990’da Sovyetler Birliği’nin yahudilerin göçünü serbest bırakması üzerine İsrail’e akın eden göçmenleri yerleştirmek için işgal altında tuttuğu topraklardaki yahudi yerleşim merkezlerinin sayısını arttırmayı temel hedef olarak belirledi.
1991’deki Körfez Savaşı, İsrail’in dışarıdan daha çok ekonomik ve askerî yardım almasını sağladı. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri çok miktarda silâh vererek Arap-İsrail güç dengesinin İsrail lehinde olmasına dikkat etti. Aynı yıl İsrail, Etiyopya’da komünist yönetimin çökmesinden istifade ederek bu ülkedeki Falaşa yahudilerinin 18-20.000 kadarını bir hava köprüsüyle ülkeye taşıdı.
1980’lerin sonlarında Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde oluşmaya başlayan yeni dünya düzeni Arap-İsrail çatışmasının 1990’lardaki gelişmelerinin temel çerçevesini teşkil etti. Nitekim birinci intifâda sonrasında girilen yeni barış sürecine bazı yazarlarca “Amerikan barışı” denilmektedir. Barış sürecine katkıda bulunan diğer bir etken ise intifâda sırasında hem ülke içinde hem uluslararası kamuoyunda iyice yıpranmış olan sağcı Likud Partisi’nin 1990’ların başında yirmi yıllık iktidarını solcu İşçi Partisi’ne terketmesi ve -daha sonra Arafat’la Nobel barış ödülünü paylaşan (1995)- Izak Rabin’in Şimon Peres ile birlikte bölgede barışı sağlamak için özel gayret sarfetmesidir. Bu gelişmelere bağlı olarak 1992’de Oslo’da İsrail ve Filistin yetkililerinin gizlice yürüttükleri diplomatik çalışmalar 13 Eylül 1993’te meyvesini vermiş ve I. Oslo Antlaşması adıyla tarihe geçen antlaşma, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton’ın ev sahipliğini yaptığı Beyaz Saray’da Rabin, Peres ve Arafat’ın katılımıyla gerçekleşmiştir. İsrailli barış severler bu antlaşmaya “siyonizm tarihinin en büyük ikinci başarısı” derken karşı görüştekiler “Oslo felâketi” demişler, aynı şekilde Filistin kamuoyunun önemli bir kısmı (% 61) bunun bağımsız Filistin Devleti için atılmış büyük bir adım olduğunu düşünürken muhalifler ve özellikle intifâda sırasında Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü’ne alternatif bir liderlik geliştiren Hamas ve İslâmî Cihad gibi örgütler, Filistin davasına yapılmış en büyük ihanet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu durum şiddet olaylarının artmasına sebebiyet vermiş ve 25 Şubat 1994 sabahı Halîl şehrinde Haremülhalîl’e giren şiddet yanlısı Kahane grubu üyesi Amerikan kökenli bir yahudi doktorun cemaate makineli tüfekle açtığı ateş ve peşinden çıkan olaylar sonucu altmış yedi kişi hayatını yitirmiş ve 300 kişi yaralanmıştır. Yine Hamas ve İslâmî Cihad örgütlerinin büyük şehirlerde yaptıkları intihar saldırıları ve bunlara İsrail ordusunun misillemelerde bulunması ülkedeki terör havasını sürdürmüştür.
28 Eylül 1995’te imzalanan Taba (Taybe) Antlaşması ile görünürde bağımsız Filistin Devleti için bir adım daha atılmış ve antlaşma uyarınca İsrail ordusu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki bazı şehirlerden geri çekilerek Filistin otoritelerine kısmî özerklik verilmiştir; artık bu şehirlerde İsrail karşıtı örgütlerin faaliyetleri onlar tarafından kontrol edilecek ve iç güvenliği Filistin polis teşkilâtı sağlayacaktır. Ancak antlaşma her iki tarafta da tepkiyle karşılanmış ve İsrail askerleri çekilmeye başladıktan birkaç gün sonra Başbakan Izak Rabin muhafazakâr bir yahudi suikastçı tarafından 4 Kasım 1995’te öldürülmüştür.
Nisan 1996’da Hizbullah’ın Güney Lübnan’da gerçekleştirdiği İsrail karşıtı şiddet hareketlerine misilleme yapan İsrail uçakları Beyrut’taki bazı sivil hedefler de dahil olmak üzere pek çok yeri vurmuş ve bunun sonucunda çok sayıda insan ölmüş, binlerce insan da yerlerinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Gerek yahudilerin gerek uluslararası kamuoyunun tepkisini çeken bu saldırılar sonucunda Rabin’in ölümünden sonra başbakanlığa getirilen Peres seçimi kaybetmiş ve iktidara Benyamin Netanyahu başkanlığında Likud Partisi geçmiştir (29 Mayıs 1996). Netanyahu hükümeti, 23 Eylül 1996’da ağlama duvarının bitişiğinden başlayan ve ucu antik şehrin müslüman kesimine kadar uzanan bir tüneli açmaya karar verince büyük bir kriz daha yaşanmış ve çıkan çatışmalar sonucunda elli altı Filistinli ile on beş İsrail askeri hayatını kaybetmiştir. Şubat 1997’de patlak veren diğer bir kriz ise Kudüs’le Beytlehem arasında yer alan Har-Homa adındaki yeni yerleşim merkezi sebebiyledir. Her iki taraftaki muhaliflerin varlığına ve bütün şiddet olaylarına rağmen Başkan Clinton’ın gayretleriyle, kesintiye uğrayan barış süreci tekrar canlandırılmış ve Netanyahu ile Arafat bir araya gelerek 28 Ekim 1998’de Wye Antlaşması’nı imzalamışlardır. Antlaşmanın temel maddeleri İsrail’in çekileceği toprakların miktarını belirlemek (% 13,1), buna mukabil Filistin’in özerk yönetimini güçlendirmek ve Hamas’ın faaliyetlerini kontrolünde tutmasını sağlamak olarak belirlenmiştir. Görüşmeler sırasında İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ile de gizli bir antlaşma yaparak muhtemel İran, Irak ve Suriye füze saldırılarına karşı korunma garantisi almıştır. Aynı dönemlerde İsrail, bölgedeki güvenliğini arttırmak için Türkiye ile de askerî antlaşmalar yapma yoluna gitmiştir.
Ekim 2000’de Sabra ve Şatilla katliamlarının sorumlusu Ariel Şaron’un Kudüs’te yahudilerin Mâbed tepesi dedikleri, içinde Ömer Camii ve Kubbetü’s-sahre’nin bulunduğu Harem-i şerif’i ziyaret etmesi yeni ve çok önemli bir krizin başlangıcı oldu. Barış sürecinden ve Ehud Barak liderliğindeki İşçi Partisi hükümetinin politikalarından hayal kırıklığına uğrayan Filistinli ve İsrailli Araplar galeyana gelerek “el-Aksâ intifâdası” diye adlandırılan ikinci direniş hareketini başlattılar. Şaron’un ziyaretinin arkasından ilk cuma günü çıkan İsrail karşıtı gösterilerde yedi Filistinli’nin İsrail askerleri tarafından öldürülmesi, hareketin çok kısa sürede bütün Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne yayılmasına ve birinci intifâda sırasında pasif kalan İsrail Arapları’nın yaşadığı Yafa, Nâsıra ve Hayfa gibi şehirlere de sıçramasına yol açtı. Çıkan olaylar sonucunda 500’e yakın insanın hayatını kaybettiği ikinci intifâdanın ülke içindeki ve uluslararası etkilerinden endişelenen İsrail hükümeti, bir yandan yaptığı bazı misillemelerle ülkenin bütünlüğü için gerektiğinde her türlü şiddeti kullanabileceği mesajını verirken bir yandan da olayların büyümemesi için gayret göstermeye çalıştı. Bu gelişmeler sonunda iyice zayıflayıp meşruiyet krizine giren Barak hükümeti erken seçime gitmek zorunda kaldı ve 6 Şubat 2001’de yapılan seçimleri % 60 gibi yüksek bir oy oranı ile Ariel Şaron kazanarak başbakan oldu.
İsrail-Arap çatışmasının arka planında tartışılan iki önemli konu vardır. Bunlardan birincisi Kudüs’ün bölünmesi yani Kudüs’ün yönetimi, ikincisi geri dönme hakkı, yani bir zamanlar günümüz İsrail topraklarında yaşayan şu anki Filistinli mültecilerin eski yerlerine dönme haklarıdır. Bu iki konu, hükümetler arasındaki ve toplumdaki temel ayırt edici noktayı oluşturmaktadır. Barış taraftarı liberal-seküler gruplar, Kudüs’ün ikiye bölünerek Doğu Kudüs’te sınırlı bir Filistin yönetiminin kurulmasını savunurken muhafazakâr kesim buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Aynı şekilde Filistinliler’e -sayılarının 1 milyonu geçtiği tahmin edilmektedir- kısmen de olsa geri dönme hakkı verilmesini isteyen liberal kesime yine muhafazakârlar karşı çıkmaktadır. Son seçimlerde İsrail halkının Şaron’u desteklemesinin ardındaki temel sebeplerden biri onun bu iki konuda tâviz vermeyişidir.
Dış politikada İsrail’in en büyük destekçileri Amerika Birleşik Devletleri ile diğer Batı ülkeleridir. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nin her yıl yaptığı dış yardımlardan en büyük payı İsrail almaktadır. İsrail’in özellikle Filistinliler’e uyguladığı baskı politikası sebebiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde aleyhinde alınan hemen bütün kararlar Amerika Birleşik Devletleri tarafından veto edilerek geçersiz hale getirilmiş, bu yüzden Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı tavsiye niteliğindeki kararların da fazla bir etkisi olmamıştır. İsrail’in Rusya ile ilişkisi, bilhassa Sovyetler zamanında yahudilerin göçüne izin verilmemesi yüzünden sorunlu olmuş ve bu sorun ilişkilerin yeniden kurulduğu 1990’a kadar devam etmiştir.
İsrail’in Asya ülkeleriyle ve özellikle müslümanlarla ilişki kurması çok zor olmuştur. Asya ülkelerinden sadece Filipinler, Birleşmiş Milletler’in taksim kararına olumlu oy vermiştir. Hindistan 1950’de, Japonya 1952’de, Burma ve Çin Halk Cumhuriyeti de 1956’da bu ülkeyi tanıyarak diplomatik ilişki kurmuşlardır. Müslüman ülkelerden ilk defa Türkiye İsrail’i resmen tanıyarak (28 Mart 1949) büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişki kurmuştur. Daha sonra şah döneminde İran “de facto” tanıma yaparak ekonomik ve teknik iş birliğine gitmiştir. Arap dünyasından ise sadece Mısır resmen tanımış (1977) ve barış antlaşması imzaladıktan sonra büyükelçilik seviyesinde diplomatik ilişki kurmuştur (26 Şubat 1980).
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler, Türkiye’nin Arap dünyasına ve Batı ülkelerine olan politik yaklaşımının etkisinde şekillenmektedir. Filistin’in taksimiyle ilgili karara olumsuz oy veren Türkiye, Arap dünyasının itirazlarına rağmen İsrail Devleti’nin kurulup Birleşmiş Milletler tarafından üyeliğe kabul edilmesi üzerine tanıma yoluna gitmiş ve diplomatik ilişki kurduktan sonra da bir ticaret ve ödeme antlaşması imzalayarak (1950) ticarî yakınlık geliştirmiştir. İsrail Mısır’a saldırıp 1956 savaşını başlatınca Türkiye karşıt tutum almış ve işgal edilen toprakların boşaltılmasını isteyerek Tel Aviv’deki büyükelçisini geri çektiği gibi (26 Kasım 1956) bu tarihten sonra da elçi göndermeyerek sadece maslahatgüzar seviyesinde bir diplomatik misyon bulundurmuştur. 1965’lerden sonra Arap ülkeleriyle geliştirilmeye çalışılan ilişkilere bir engel teşkil eden İsrail faktörünün devreden çıkarılması ihtiyacı duyulmuştur. Çünkü Arap ülkeleri devamlı surette Türkiye’yi İsrail’le ilişki kurmuş olduğundan dolayı eleştirmiş ve bu ilişkilerin İslâm dayanışmasına uymadığını söyleyerek kesilmesini istemiştir. Bu sebeple Türkiye İsrail’le mevcut ilişkilerini en aza indirmek mecburiyetinde kalmış ve bu ortamda 18 Mart 1960 tarihinde yenilenmiş olan ticaret ve ödeme antlaşmasını 16 Nisan 1969’da uygulamada karşılaşılan ve gittikçe artan güçlükler çıktığı gerekçesiyle feshetmiştir. 1967 savaşında Araplar’dan yana tavır alan Türkiye, bu tarihten itibaren İsrail’in kuvvet kullanımı yoluyla toprak kazanmasının veya siyasî avantajlar sağlamasının karşısında olmuş ve işgal ettiği yerlerden çekilmesini savunmuştur. Ayrıca Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistin halkının tek meşrû temsilcisi sayarak Filistinliler’in devlet kurma da dahil bütün meşrû haklarının tanınmasını dile getirmiştir. 1980’de İsrail Kudüs’ü ilhak edince bu kararı tanımayarak diplomatik misyonun seviyesini ikinci kâtipliğe indirmiş ve bunu Tel Aviv’de tutmayı sürdürmüştür. 15 Kasım 1988’de Filistin Devleti’nin kurulduğunun açıklanması üzerine de bu devleti ilk tanıyanlardan biri olmuştur.
1990 Körfez Savaşı sonrasında Irak ve Suriye’nin PKK’ya verdikleri desteği gerekçe gösteren Türkiye, İsrail’le ilişkileri geliştirmeye yöneldi. 1992 yılında Ortadoğu barışı için bir adım olan Oslo süreci Türkiye-İsrail ilişkilerine yeni bir boyut kazandırdı. Türkiye bu sürecin ardından Filistin’le eş zamanlı olarak İsrail’le diplomatik ilişkilerini büyükelçilik düzeyine çıkardı. 1993’te Türkiye Dışişleri bakanının ilk defa İsrail’i ziyaret edip bir dizi antlaşma yapması, yine ilk defa İsrail cumhurbaşkanının Türkiye’yi ziyareti ilişkilerin gelişmesinin başlangıcını teşkil etti. 1994’te karşılıklı yoğun ziyaretler, 1995 ve 1996’da başta askerî alanlarda olmak üzere yapılan antlaşmalar ve iş birliği iki ülke arasındaki ilişkileri en üst düzeye çıkardı. 1996 yılında imzalanan, Türkiye ve İsrail hava kuvvetlerinin eğitim için birbirlerinin hava sahasını kullanmalarına imkân veren antlaşma Arap ülkelerince tepkiyle karşılandı. Buna rağmen askerî stratejik diyaloglar devam etti. Ekim 1999’da kırk bir yıl aradan sonra İsrail Başbakanı Ehud Barak Türkiye’yi ziyaret etti. 1990’lı yıllar, Türkiye açısından Ortadoğu politikalarında İsrail’le ilişkilerin düzeldiği yeni bir dönem olarak yansır.
İSRAİL’DE İSLÂMİYET
İsrail’de yaşayan müslümanların hemen tamamı İsrailli Araplar’dan oluşur. Ortadoğu siyasî terminolojisinde “İsrailli Araplar” tabiri 1948 savaşı ile birlikte İsrail’in işgalinde kalan topraklardaki Araplar’ı ifade eder; 1967 savaşından sonra ele geçirilen Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndekileri kapsamaz. Bu iki grubun arasında kimliği bakış açısına göre değişen Kudüs Arapları vardır ki bunlar İsrailliler’ce İsrail Arabı, Filistinliler’ce Filistinli olarak kabul edilir. Oslo antlaşmaları, Kudüs Arapları’na gerek İsrail gerekse Filistin seçimlerine katılma hakkı tanıyarak bu ikili kimliği resmîleştirmiştir. 1948 yılı ile birlikte ortaya çıkan yeni durum İsrail Arapları için ilginç bir çelişki içeriyordu. Bir yandan o güne kadar vatan bildikleri topraklar bir yabancı varlığın, kendini tanım itibariyle Araplar’dan ayıran bir devletin eline geçiyordu; diğer yandan da bu yeni devlet onlara din, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmaksızın eşit vatandaşlık hakları vaad ediyordu. İsrail Arapları’nın o günden beri süregelen hayatları bu iki çelişki arasında yaşadıkları sıkıntılardır. İsrail Arapları’nın kaderini belirleyen kararlar yüzyılın başından itibaren şu şekilde sıralanabilir: 1917 Balfour Deklarasyonu ile İngiltere’nin Filistin topraklarında yahudilere bir millî vatan vaad etmesi, 1922 yılında Milletler Cemiyeti’nin Filistin’i İngiltere’nin manda yönetimine bırakması, 1937’de Peel Komisyonu’nun manda yönetiminin fonksiyonel olmadığı ve Filistin’in iki millet arasında bölünmesi gerektiği yönündeki kararı ve 2 Nisan 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler’in bu komisyonun kararı çerçevesinde Filistin’i iki bağımsız devlete bölmesi.
1948 savaşı sadece ortaya çıkardığı yeni ikilemden dolayı değil, aynı zamanda artık İsrail’in hâkimiyetine geçen topraklardaki nüfus dağılımını yeniden belirlemiş olmasından dolayı da önemlidir. Savaş sırasında bazıları kendi istekleriyle, bazıları İsrail’in zoruyla vatanlarını terkeden Araplar bugün de halen önemini koruyan mülteciler sorununu ortaya çıkarmıştır. 1948’den önce Filistin’de oturan 1.320.000 Arap’tan 800.000’i savaştan sonra İsrail’in elinde kalan topraklarda yaşıyordu; halbuki bunların savaştan sonraki sayıları geri dönenlerle birlikte sadece 156.000 idi (aş.bk.). Asıl önemli olan ise bu mevcudun sayısından ziyade içerdiği toplumsal tabakadır. Halkın doktor, dinî lider, hukukçu gibi okumuş kesimi hemen tamamıyla ülkeden göç etmiştir. Ortaya çıkan bu gerçeğe geride kalan Araplar kolaylıkla alışamamış, uzun bir müddet İsrail’i “mez‘ûme” (sözde) devlet olarak görüp göçen lider ve akrabalarının Arap ülkelerinin de yardımıyla her an geri döneceklerine inanmışlardır. Bu arada ekonomik ve kültürel sıkıntılarla başa çıkmaya çalışan İsrail Arapları için yeni yönetimle herhangi bir iletişime girmek kendi davalarına ihanet sayıldığından İsrail’in önerdiği iş imkânlarından yararlanmak da uzun süre mümkün olmamıştır.
1948 savaşı sonrasında tesbit edilen ateşkes sınırları, 1967 yılına kadar varlığını koruyan Yeşil Hatt’ı ortaya çıkardı. Ürdün’ün resmen işgal edilmemiş “küçük üçgen”i de (el-Müsellesü’s-sagīr / Batı Şeria’nın batısında Tel Aviv’den Ümmülfehm’e kadar varan Bâka el-Garbiyye şeridi) İsrail’e vermesiyle birlikte 31.000 Arap daha kendini İsrail vatandaşı olarak buldu. Ateşkes sonrasında 35.500 Arap bazıları ailelerin birleştirilmesi programı kapsamında, bazıları kanun dışı yollardan İsrail’e geri döndü. 1948’de yapılan bir sayım Yeşil Hat içinde (İsrail topraklarında) 156.000 Arap’ın yaşamakta olduğunu gösteriyordu.
İsrailli Araplar’ın hayatındaki dönüm noktası 1967 savaşı sonrasına rastlar. Savaşla birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü, İsrail-Arap çatışmasının merkezi haline gelecek ve İsrailli Arap liderlerinin bazıları Filistin Kurtuluş Örgütü saflarında yer alarak kendilerine yeni bir tanım bulacaklardır. İsrailli Araplar, Filistin Kurtuluş Örgütü için “siyonist düşman”la günlük temas içinde olan, oy kullanma hakkıyla parlamentoya, işçi ve iş veren sendikalarına seçilebilen, yerel belediye meclislerine girebilen bir propaganda potansiyeli taşıyordu. Filistin Kurtuluş Örgütü kadar İsrail’e karşı militan bir yaklaşım sergileyen diğer Araplar da İsrailli Araplar’ın potansiyelini keşfetmişlerdi. Bu potansiyelin kullanılması İsrailli Araplar arasında günümüze kadar süren bir Filistinlileşme süreci başlatmıştır. 2000 yılı içinde çıkan Aksâ intifâdasına İsrailli Araplar’ın tam destek vermeleri ve Batı Şeria kadar İsrail’in kendi topraklarında da olayların çıkması bu Filistinlileşme sürecinin geldiği noktayı göstermektedir. 1967 savaşından bu yana 3000 civarında İsrailli Arap İsrail’e karşı terör saldırısında bulunmak suçundan yakalanmıştır.
İsrail Arapları zamanla İsrail Devleti içindeki siyasal katılımlarını arttırdılar. Önce Histadrut’ta (İşçi Sendikaları Konfederasyonu) etkinleştiler. Daha iyi iş bulma düşüncesi Araplar’ı İbrânîce öğrenmeye, İsrail medyasını takibe itti; bugün İsrail Arapları’nın konuşma dili sıkça İbrânîce deyişlerle bölünen bir Arapça’dır. 1967 sonrasında İsrailli Araplar yurt dışına çıkma, özellikle de hac ve umre yapma imkânına kavuştular. Yeşil Hatt’ın her iki tarafında dağıtımı yapılan Filistin ve Arap yayın organları bir entelektüel tartışma zemini hazırladı.
1979 yılında Mısır’ın İsrail’le bir barış antlaşması imzalaması ve bunu takip eden ardı arkası kesilmez görüşmeler Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Madrid Konferansı’nda (1991) İsrail’le aynı masaya oturarak kalıcı bir Ortadoğu barışının temellerini atmaya itti. Bu arada 1987’de başlayan intifâda devam ediyordu. İsrail Arapları bu hareketin İsrail’e sıçramamasını istemişler, ancak Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki direnişçilere destek olmaktan geri durmamışlardır. 1993 ve 1995 yıllarında imzalanan Oslo antlaşmaları, İsrailli Araplar’ı daha fazla ilgilendiren Kudüs ve mülteciler konularını ileri bir tarihe atmakla birlikte onların Filistin Devleti’nin kuruluş aşamasında olmasından dolayı kendilerini İsrail siyasetinde daha fazla duyurmalarına yol açmıştır. 1999 seçimlerinde ilk defa bir İsrailli Arap başbakanlığa adaylığını koymuş ve son anda adaylıktan çekilme pazarlığıyla kendileri için çeşitli imtiyazlar koparmayı başarmıştır. İsrail ile Filistin arasında süren görüşmelerin ise yalnız mültecilerle alâkalı kısmı İsrail Arapları’nı ilgilendirmektedir. Bu göçmenlerin aileleriyle birlikte geri dönmesi halinde Hayfa, Yafa, Bi’rüssebi‘ gibi büyük şehirlerde yahudilerin azınlığa düşeceği şüphesizdir.
Nüfus. İsrail Arapları’nın nüfusu 1948 yılından bu yana her on yılda yaklaşık % 50 artmakta, ancak toplam nüfusa olan oranı ülkenin dışarıdan yahudi göçü alması sebebiyle dalgalanmalar göstermektedir.
Yıl Nüfus Oran (%)
1948 156.000 17
1958 221.000 10,9
1968 406.000 14,3
1978 569.000 15,9
1988 817.000 18,3
1998 1.180.400 19,9
İsrail, 1948-1999 yılları arasında 2.790.101 yahudi göçmen kabul etmiş, dolayısıyla yahudi nüfusunun oranı artmıştır. Ancak Araplar arasında da doğumlara bağlı olan bir artış söz konusudur; nitekim ülkedeki Araplar’ın % 74’ü otuz yaşın altında iken bu oran yahudiler içinde ancak % 55’tir. İsrail Arapları’nın % 76’sı müslüman, % 14’ü hıristiyan ve % 10’u Dürzî ağırlıklı marjinal fırkalardandır. İsrailli Araplar daha çok Ümmülfehm, Lüd, Yafa, Hayfa, Nâsıra ve Bi’rüssebi‘ şehirlerinde yaşamaktadırlar.
İsrail Arapları’nın Problemleri. İsrailli Araplar’ın temel problemi ekonomik, kültürel ve demografik ayırımcılık olarak özetlenebilir. Ekonomik açıdan Araplar, iş bulma ve ücret açısından yahudilere oranla dezavantajlı durumdadır. 1998 yılında yapılan bir araştırma, çalışma yaşındaki nüfusun % 25’ini oluşturan Araplar’ın kamu sektöründe ancak % 1 oranında istihdam edildiğini ve uzaktan dahi olsa savunma sanayii ile ilişkisi bulunan herhangi bir tesiste çalıştırılmadığını göstermiştir. Eğitim açısından Araplar, kendilerine ait bağımsız bir yüksek eğitim kurumuna sahip olmadıklarından İbrânîce eğitim yapan üniversitelerde okumak durumundadırlar ve çoğunlukla giriş sınavlarında elenmektedirler. Kudüs ve Batı Şeria’daki Arapça eğitim veren müesseselerin mezunu gençlerin ise İsrail’de iş bulma şansı yoktur.
İsrail Arapları yoğun bir kimlik problemi yaşamaktadır. İsrail vatandaşı Filistinli müslüman olan bu insanlar, kendilerini bulundukları işgal durumundan kurtarabileceğine inandıkları her ideolojiyi sahiplenmişler ve özellikle Nâsırizm’le renklendirilmiş bir tür Arap sosyalizmini uzun müddet resmî ideoloji kabul etmişlerdir. Son yıllarda mevcut alt kimliklerin tamamını kucaklayan bir üst kimlik olarak İslâm benimsenmekte ve İslâmî hareketler hızla yayılmaktadır. Bu durumun en önemli dönüm noktası 1967 savaşıdır. İsrail Arapları o yıldan sonra Batı Şeria’da Ürdün döneminde kurulan üniversitelere girmişler ve orada yaşayan Arap entelektüelleriyle fikir alışverişi imkânı bulmuşlardır. İslâmî kimliğin öne çıkışına 1967 sonrasında Arap milliyetçiliğinin bütün Arap dünyasında gerilemesi, İran devrimi ve yükselen İhvân-ı Müslimîn hareketi de tesir etmiştir.
İsrail’in topraklarında yaşayan Arap nüfusunu en alt düzeyde tutma politikasının bir sonucu olarak İsrailli Araplar’a demografik ayırımcılık uygulanmaktadır. Öncelikle ülke dışından evlilik yapmalarının önünde çeşitli engeller vardır. Dışarıda belli bir müddetten fazla yaşayanlar, vatandaşlıklarını ve bunun kendilerine sağladığı bütün hakları kaybederler. Ailelerin büyümesine rağmen yaşayacak yer bulunamaması da ayrı bir sorundur. İsrailli Araplar’ın toprakları ve meskenleri yeşil alan, askerî eğitim alanı ve kamu hizmet alanı gibi adlandırmalarla eritilmekte ve onlara yeni ev yapmaları için gerekli olan izinler çok zor verilmektedir.
Eğitim Kurumları. İsrail Arapları’nın merkezî yönetimden bağımsız ilköğretim okulları yoktur. Genel ilköğretim okulları eğitim bakanlığının kontrolü altında olmakla birlikte Arap çocuklarının gittiği ve Arapça’nın mecburi tutulduğu okullarda uygulanan müfredat Filistin Otonom Yönetimi ile paralellik arzetmektedir ve ilkokulun ilk sınıfından lise sona kadar haftada iki saat İslâmiyet veya Hıristiyanlık’la ilgili dinî eğitim verilmektedir. İsrail’in kurulduğu yıllarda öğrencilere bir yabancı dil olarak okutulan İbrânîce, bugün artık ülkedeki diğer okullar gibi bu okullarda da Arapça’nın yanında yer alan ikinci bir ana dili durumundadır. 1993-1994 öğretim yılında 1496 (533.919 öğrenci) yahudi ilkokuluna karşılık 488 (143.485 öğrenci) Arap ilkokulu, 601 (243.476 öğrenci) yahudi lisesine karşılık doksan dokuz (43.247 öğrenci) Arap lisesi mevcuttu. İsrail içinde yüksek öğrenim düzeyinde eğitim veren iki İslâmî kurum bulunmaktadır. Bunların birincisi Ümmülfehm’deki İslâmî İlimler ve Dâvet Fakültesi, diğeri de Bâka el-Garbiyye’deki Şeriat ve İslâmî Araştırmalar Fakültesi’dir. İsrail’in kendi üniversitelerinin hemen tamamında İslâm ve Arap dilini araştırma bölümleri mevcuttur ve İsrail Arapları’nın bir kısmı akademik çalışmalarını bu çatılar altında yürütmektedir.
Araplar dinî eğitimlerini daha ziyade İsrail’de yaygın bir uygulama olan yaz okullarından almaktadırlar. İsrail Devleti’nin kontrolü altında yapılmakla birlikte yaz kampları çoğunlukla el-Hareketü’l-İslâmiyye’nin (aş.bk.) eğitim kampı olarak kullanılmaktadır. Kur’an kursları ise ya camilerde ya da el-Hareketü’l-İslâmiyye’ye bağlı külliyelerde yürütülmektedir.
Dinî Kurumlar. İsrail’de yaşayan müslümanların temel dinî kurumu camilerdir. Namaz sonralarında yapılan tefsir, hadis, fıkıh ve siyer dersleri yaygın dinî eğitimi teşkil ederken camiler ve çevreleri ibadet ve dinî eğitimin yanı sıra dinlenme ve piknik mekânından siyasî propaganda alanına kadar pek çok işlev görmektedir. İkinci temel kurum vakıflardır. İngiliz manda idaresi ve İsrail yönetimi altında iyiden iyiye zayıf düşmekle birlikte vakıflar halen geniş topraklara ve çeşitli binalara sahiptir. Osmanlı döneminden kalma Hürrem Sultan Vakfı gibi bir dizi vakfın birleştirilmesi suretiyle meydana getirilen İslâm Vakfı, başta Kudüs’teki Mescid-i Aksâ olmak üzere İsrail’deki müslümanlara ait dinî kurumların bakımını üstlenmiştir. İsrail’deki cami sayısı 1967’de altmış iken 1993’te 240’a ulaşmıştır.
İsrail, Osmanlılar’dan kalma millet sistemini aynen devam ettirmeye çalıştığından şeriat mahkemelerini hayatta tutmaktadır. Bu mahkemeler Din İşleri Bakanlığı’na bağlıdır ve kadıları İsrail Devleti içinde müslümanlara ait en yüksek dinî makam sahibi kişiler olarak görülmektedir. Aslında Kudüs Müftülüğü daha üstün bir makam ise de İsrail, Kudüs müftüsünün ülke topraklarında yaşayan müslümanlar üzerinde otoritesini kabul etmemektedir. 1961 Mayısında kabul edilen kadılar kanununa (Padislaw) göre kadılar, müslümanların çoğunlukta olduğu bir komite tarafından seçilip İsrail başbakanının tayiniyle göreve getirilir. 1993’te yedi mahkemede yedi kadı görev yapmaktaydı. Bu mahkemeler sadece ahvâl-i şahsiyye ve vakıf davalarına bakar. Müslümanlara ait cami, türbe ve mezarlıklar gibi dinî vakıfların yönetimi de Din İşleri Bakanlığı’nın İslâm dairesi tarafından yürütülür. Bunların yanı sıra müslümanların çoğunlukta yaşadığı yerlerde kültür merkezleri ve dernekler de faaliyet göstermektedir.
İslâmî Cemaat ve Tarikatlar. el-Hareketü’l-İslâmiyye, İsrail’deki en büyük İslâm örgütüdür. Kökeni 1979-1980 yılında Ferîd İbrâhim Ebû Mih tarafından İran İslâm Devrimi ve Arap İslâmî cihad hareketlerinden etkilenerek kurulmuş olan Üsretü’l-cihâd adlı radikal gruba dayanır. Hareket bugün camileri, kültür merkezleri, zekât komiteleri, siyasî hayatta temsilcileri ve bir de futbol ligi olan bir büyüklüğe ulaşmış durumdadır. Ancak giriştiği şiddet olaylarından dolayı İsrail güvenlik güçlerinden yediği ağır darbelerden sonra kendini siyasal diyaloga dayanan bir toplumsal örgüte dönüştürmüştür. Fikir yapısı İhvân-ı Müslimîn’den ve Hasan el-Bennâ’dan etkilenen bu örgüt, başlarında Abdullah Nemr Dervîş’in ve Şeyh Râid Salâh’ın bulunduğu iki kanattan oluşmaktadır.
Hindistan kökenli Kādiyânîliğin bir kolu olan Ahmediyye hareketi Hayfa şehrinde üstlenmiştir. İsrail’de özellikle dinler arası diyaloga verdiği önemden dolayı gündeme gelir; liderliğini Şeyh Muhammed Hâmid Kevser yapmaktadır. Yine Hindistan kökenli Dâvet ve Tebliğ Cemiyeti 1988 yılında Gazze’de yerleşmiş, Temre ve Lüd şehirlerinde birer şube açmıştır. Başında Şeyh İyâz Yûnus’un bulunduğu cemiyetin siyasî bir söylemi yoktur; ana hareketin (bk. CEMÂAT-i TEBLÎĞ) dünya genelindeki stratejisini İsrail’de uygular. 1970’li yıllarda ortaya çıkan ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün etkisindeki fikrî-siyasî bir hareket olarak Ebnâü’l-beled’i de anmak gerekir.
Ülkede Şâzeliyye, Kādiriyye ve Halvetiyye tarikatları kendi tekkeleri etrafında faaliyet göstermektedir. Şâzeliyye tarikatının merkezi Akkâ’dır. İlk tekke, XIX. yüzyılda Tunus’tan buraya göç eden Şeyh Ali Nûreddin el-Yeşrutî tarafından tesis edilmiştir; bugün İsrail Arapları’nın yaşadığı bütün büyük şehirlerde birer tekkesi bulunmaktadır. Kādiriyye tarikatı Sihhîn merkezli olup Nâsıra, Tîre ve Kalenseve’de tekke kurmuştur. Halvetiyye tarikatının merkezi Bâka el-Garbiyye’dir ve Batı Şeria’daki Halîl’de bir tekkesi vardır. Bu üç tarikatın dışında Özbek ve Afgan kökenli Nakşibendîler de Kudüs’te birer tekke açmışlardır; ancak geniş halk tabanları yoktur.
Basın Yayın Organları. el-Mîsâḳ. el-Hareketü’l-İslâmiyye’nin Şeyh Abdullah Nemr Dervîş kanadının haftalık yayın organıdır; 1996 yılında çıkmaya başlamıştır. Ṣavtü’l-Ḥaḳ ve’l-ḥürriyye. el-Hareketü’l-İslâmiyye’nin Şeyh Râid Salâh grubunun yayın organı olup 1990 yılında çıkmaya başlamış haftalık bir gazetedir. Bu iki gazetenin yanı sıra İslâmî amaçla kurulmuş olmamakla birlikte yer yer İslâmî içeriğe kayan yine haftalık eṣ-Ṣanâre, Küllü’l-ʿArab, ed-Diyâr ve Panorama gazeteleri de çıkmaktadır. İsrail Arapları’na hitap eden tek günlük gazete komünist partinin yayın organı niteliğindeki el-İttiḥâd’dır. el-Ḥaḍâre, 1997’de el-Hareketü’l-İslâmiyye’ye bağlı Arap Öğrenciler Birliği’nin yayın organı olarak kurulmuş bir dergidir. Bunun yanı sıra yerel nitelikte ve kültürel içerikli Yafa, Liḳāʾ el-Ġadîr ve ʿArûsü’l-baḥr adlı dergiler de mevcuttur. Kudüs Müftülüğü’nün yayın organı olan el-İsrâ iki ayda bir çıkar ve camilerde ücretsiz dağıtılır. İsrail Arapları’na yönelik daha çok müzik-eğlence programı içerikli yayın yapan Radyo 2000 ve Radyo el-Beled adlı iki de radyo kanalı vardır.
Siyasî Hayat. İsrailli Araplar resmen vatandaşlık, kanun önünde eşitlik ve oy verme hakkına sahip olmalarına rağmen fiilen kontrol altına alınıp etkisiz hale getirilmiş, kendi haklarını savunacak siyasî teşkilât kurma teşebbüsleri engellenmiştir. İsrail’in elli yılı aşkın geçmişinde Araplar’ın politik tavır koyma ve kurumlaşmaları üç döneme ayrılabilir: 1948-1969 listeler dönemi, 1969-1981 Rekah dönemi, 1981 sonrası çoğulcu uzlaşma dönemi. Listeler döneminin 1959’a kadar süren kısmı İsrail tarafından belirlenen, listelerin Araplar’a onaylatıldığı bir dönemdir. 1959’dan 1967’ye kadar bu listelere verilen Arap desteği sürekli düşmüştür. 1967 savaşının getirdiği yeni Arap nüfusu ile birlikte daha 1965’te Araplar’ın hemen tamamının oylarını almayı başarmış olan Komünist Rekah Partisi dönemi başlar. Bu dönemde listeler sürekli oy oranlarını azaltmışlar ve sonunda 1984 yılında tarihe karışmışlardır. Rekah’ın yanı sıra Hadas adlı bir başka komünist parti ve bazı sosyalist yahudi örgütleri de Araplar’ın siyasî hayata katılması için önlerini açmışlardır. Sosyalizmin bütün dünyada gerilemesine paralel olarak milliyetçi akımlar güç kazanmış ve Barış İçin İlerici Liste ve Arap Demokratik Partisi gibi partiler ortaya çıkmıştır. 1970-1990 yılları arasında gözlenen olgu, Araplar’ın kendilerine ait partiler kurma eğiliminde oldukları ve komünist partilerde de yönetimi yahudilerden almaya çalıştıkları şeklindedir. Diğer bir olgu da müslümanlaşmadır. Sonuçta el-Hareketü’l-İslâmiyye seçimlere katılma kararı aldı; Rekah geleneksel hıristiyan yönetici ve adaylarını müslümanlarla değiştirdi; 1996 yılında da Arap Demokratik Partisi ile el-Hareketü’l-İslâmiyye ortak bir listeyle seçime girdi.
1988’den sonra Arap partileri ilk defa kendilerini hükümeti belirleyecek noktada buldular ve bunun için Filistin Kurtuluş Örgütü’nün tanınması şartından vazgeçip onun yerine Arap toplumu için eşit şartlar istediler. Destekledikleri Şimon Peres gerçekçi bir hükümet kuramadı. Ancak 1992’de bu defa Araplar’ın desteğiyle Izak Rabin hükümeti kuruldu. XXI. yüzyılın başında İsrail Arapları içinde siyasal platformda öne çıkan isimlerin Arap Demokratik Partisi’nin başkanı Abdülvehhâb Derâvişe, 1999 seçimlerinde başbakanlığa adaylığını koyan Azmî Bişâre ve 2001 başbakanlık seçimlerinde adaylığını açıklayan Ahmed Tîbî olduğu söylenebilir.
İsrailli Araplar arasında siyasal katılım partiler dışında da devam etmektedir. Rekah tarafından kurulan Arap Topraklarını Koruma Komitesi ve Arap Yerel Konsey Başkanları Komisyonu, İsrailli Arap oylarının yönelimini belirledikleri gibi ülkedeki sosyal ve siyasal yaşamın her kademesine seçilerek gelmiş bütün Araplar’ı kapsayan yapılarıyla toplu grevleri örgütlemekte de başarılı olmaktadır.