Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

İSLAM’DAKİ SEVGİ VE İSLAM’IN ÇOCUKLARA ANLATILIŞI

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 21 Ekim 2017 Cumartesi 11:07:09
 

– 6 –
İslam’da sevgi çok önemli. Peki, sevgi bu anlattıklarınızın neresinde, sevgi bu işin neresinde? Sevgiyi çok önemli biçimde ele alacağız, ancak size bir şey söyleyeyim: Örneğin, Mevlana Hazretleri’ni seven kimileri onu niye sever? Allah’ı sevdiklerinden değil! “Ne olursan ol gel” cümlesini yanlış yorumlamaktan hoşlandıkları için! O daveti “nasıl yaşarsan yaşa cennet sana açık” gibi yorumladıkları için seviyorlar. Yoksa Mevlana’yı, onun bakış açısını ve yaşantısını benimsediklerinden ve ona talip olduklarından değil! Sorsan yalnızca bu cümle: Ne olursan ol gel! Onlara göre Mevlana; “ne olursan ol gel” demek. Bu cümle kime, niye sesleniyor, o önemli değil, onları hiç ilgilendirmiyor. O cümleyi ve Mevlana Hazretlerini “ne yaparsan yap, cennet sana açık” bakışıyla yorumladıkları için seviyorlar. Çünkü “A” yapı hep yanlış dinler ve öyle anlar.
İslamiyet’teki, tadına doyulmaz sevgi nasıldır?
Gerçek sevginin İslami sistemdeki yerini çok iyi bilmek lazım, çünkü çok önemli. İslam’daki sevginin lezzeti hiçbir sevgide bulamayacağınız bir lezzettir, diğer bütün sevgileri örter. Ama onu yanlış uygularsanız iş değişir; rehavete düşersiniz.; kişi kurallara karşı çok duyarlı olmaz, vurdumduymaz hale gelir. Peki, İslamiyet’teki sevgi nasıldır?
İslamiyet’te sevgi korkuyla birliktedir. Eğer korkuyla sevgi beraberse doğru bir sevgidir ve bu çok önemlidir. Onun ismi HAŞYET’tir. Haşyet’te hem sevgi hem de korku vardır. Ama çok farklı bir korku. Bir kere ötede beride birinden korkma değildir. İnsani duygularla yaşadığınız korkulardan farklı bir korkudur. Haşyet korkusunu anlayabilmek için, o korkuya yaklaşabilmek için, önce başımıza gelecek olanlarla ilgili olarak uyarıldığımız gerçeklerden korkmamız gerekiyor, önce onlara karşı tedbir almamız gerekiyor. Şöyle bir örnek verelim: Kolera salgını olan bir yer düşünün, şu aralar Yemen’de var. Allah muhafaza etsin, bizim memlekette kolera salgını olsa ve suların çok dikkatli içilmesi gerekse, her tarafta suların kaynatılıp içilmesi için uyarılar yapılıyor olsa, doktorlar Tv’lerde durmadan “koleranın belirtileri şöyledir, tehlikesi şöyledir, dikkat edin, sakın yanlış su içmeyin” diyor olsalar. Öyleyken burada şüpheli bir su olsa, siz de suyun yanında yalnız kalsanız, kimse yokken şu suyu içeyim der misiniz? Korkarsınız! Neden? Birisinden değil. Bir mekanizmadan korktunuz ve kimse olmadığı halde o suyu içmezsiniz. İşte Allah korkusu önce böyle bir şeydir! “Kimse yok, kimse görmüyor, yapalım” diyemezsin. Bak, korktun suyu içemedin. Demek ki, koleraya inandığın kadar cehenneme inanmıyorsun, cehennemden öyle korkmuyorsun. Koleradan korktun, “öldürür” diye suyu içemedin. İMAN BİLGİSİ budur işte; “iman edin” denilen hal budur. Eğer cehenneme iman etmiş olsan, cehennemden gerçekten korksan, senin için “kimse yok, kimse görmüyor” diye bir şey olabilir mi? “Kendimi ateşe atamam” dersin. Suyu içmediğin gibi! İşte, önce böyle bir korkunun başlaması gerekiyor. Kolera salgınında suyu içmeden önce bir tedbir alıyorsunuz, kaynatıyorsunuz, korunuyorsunuz. Bunu yapana Kur’an-ı Kerim MÜTTAKİ diyor: Korunan! Korunanlar; muttaki olanlar! Ayetlerde onlara bir tehlike bildirildiğinde; “siz şu olaylarla karşılaşacaksınız” dendiğinde, onlar korunmak için ayetlerde bildirilen o tehlikelere karşı tedbir alıyorlar. Çünkü onlar muttaki; korunan! Tedbir alma ihtiyacını niye duyuyor? Korktuğu için! Korkmasa alır mı? İşte, önce böyle bir korkunun başlaması lazım! Kişide bu korku yoksa geriye yalnızca insanı rehavete sürükleyen bir sevgi kalır. Bu sevginin sonucu ise, kendisini mutlaka cennete gidecek zanneden bir yaşantıdır. Hangi mevki olduğu, neresi olduğu belli değil ama cennete gidiyor. Hiç bir hazırlığı olmadığı halde mutlaka cennete gidecekmiş rahatlığında bir yaşantı! Çok tehlikeli! Bu çok tehlikeli bir sevgidir ve İslam’da böyle bir sevgi yoktur. Ama insanlar bu sevgiyi arıyor. Neden? “Ben de müstakilen varım” diyen “A” yapılarını rahat yaşatmak için!
Çocuklara “Ayıp, yasak, günah” demek yanlış
Çok önemli şu hususa da dikkat çekmek isterim. Özellikle çocukların yetişme dönemlerinde onların doğru yapmalarını sağlamaya çalışırken mümkün olduğunca şu üç kavramla yaklaşmamak lazım: AYIP, YASAK, GÜNAH. Bir şeyi bu üçü nedeniyle yapmasını veya yapmamasını sağlamak düzgün bir psikoloji oluşturmaz. Çünkü ayıp, günah ve yasakla oluşturduğunuz şartlar onun Rububiyet’inden gelen güçle onları yapmasını sağlar. Bu yüzden yasak caziptir, bir şeye “yasak” demek onu cazip kılar. Hz. Âdem’i cennetten dünyaya gönderen budur: Ona “şu meyve yasak” denildi, o yasağı işlesin diye! Çünkü kişideki rububiyet (nefsin Rab gücü) kendini kanıtlar. Birisine bir şey için “bu yasak” dedin mi, ondaki “Rab gücü” yasak dinlemez, doğru/eğri hiç önemli değil, gider onu yapar, “ben Rabbım, yaparım” der, rububiyetini gösterir. Rablığını kanıtlamak zorunda, ona yasak olmaz. Ama bizim sisteme karşı korunma hususunda bahsettiğimiz böyle değil. Fakat bu o kadar ince bir çizgi ki! “Ayıp, yasak, günah” deyince bozuk bir kişilik çıkar, ama onları kaldırınca ne yapacağız? O zaman da başka bir kişilik çıkıyor. Yani “ayıp, yasak, günah” gibi bir şey koymadığınızda o zaman da başka bir kişilik oluşuyor! Öyleyse ne yapmalı, nasıl yaklaşmalıyız? Bunu şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım:
Küçük çocuğunuz ateşler içerisinde [Allah muhafaza eylesin] ve hemen doktora götürdünüz. “İstemem ama mecburen antibiyotik vereceğim, altı saatte bir içireceksiniz, yoksa beyne sıçrar, menenjite çevirir.” dedi. Ödünüz koptu, çocuk menenjit olacak, Allah muhafaza etsin. Geldiniz, “altı saatte bir ilaç vaktini aman kaçırmayalım” diye saatleri kurdunuz. Gece saat dörtte ilaç saati geldi, çocuğu zorla kaldırırsınız değil mi? O oraya buraya döner, ama onu zorla kaldırır, ilacı içirirsiniz. Tam içeceği zaman ilaca vurdu falan, kızarsınız. Bu sırada birisi gelip size; “çocuğa niye baskı yapıyorsun, niye zorla ilaç içiriyorsun!” dese, ne düşünürsünüz? Birisi çıkıp böyle diyebilir mi, böyle bir şey olabilir mi? Olmaz. Orada olmuyor ama çocuğu salât için uyandırmayı düşündüğünüzde oluyor! Bu nasıl iş? Diyelim ki çocuğu uyandırıp “haydi namaz kılalım” dediniz, onun ismi “baskı” oluyor, ona “zorlamak” diyorlar. Ama zorla ilaç verirken kimse gelip “niye çocuğa baskı yapıyorsun, bırak yatsın” demiyor. “Menenjit olabilirmiş” dediğinizde kimse size; “yok canım bir şey olmaz, zorla ilaç verip de bozuk bir psikoloji çıkarma” demiyor. Ama namaza kaldıracağın zaman “baskı yapıyorsun, zorluyorsun” diyorlar. Hatta kişi kendisi de öyle düşünüyor; zorlamayayım, uyandırmayayım. Demek ki o hastalığa ve tedavisine inandığın kadar cehenneme inanmıyorsun ki salât için çocuğu kaldırmıyorsun. “O küçük, o yanmaz, ona bir şey olmaz” diyorsun. Anlatmak istediğimin bir yanı da bu baskı anlayışı! Bu o kadar ince bir çizgi ki ve o kadar zor ki… O kadar zor ve o kadar farklı bir şey ki… Buradaki gerçek şu: Eğer bir işi “A”ların dünyasına göre ele alırsanız farklı bir sosyolojik ve psikolojik alan çıkıyor, “B”lere göre ele alır da öyle yaklaşırsanız farklı…
Efendimiz’den örnek almalıyız
Tabi, çocuğa bu mekanizmayı nasıl anlatalım, niye yasak olduğunu nasıl açıklayalım, ne yapalım denilebilir. Küçük çocuğa mekanizmayı yani “A”yı, “B”yi nasıl anlatacaksın? Çocuğa “A”nın yokluğunu anlatsanız, kendisini ifade edemeyen, toplumda yer edinemeyen kişiliksiz biri olabilir. Ne yapacaksınız o zaman? Bu yüzden, her yaşa, herkese uygun hayatta uygulanabilir yöntemler paylaşmamız, cümleler kurmamız gerekiyor. Zor anlaşılan cümleler yazıp, okuyanın da “anlayamıyorum, demek ki çok ileri bilgiler” demesinin kimseye bir faydası yok. Cümleleri öyle kurmalıyız ki, onları hayatın içinde bulabilmeliyiz. Her yaşa, herkese uygun ve hayatta uygulanabilir cümle kurmak çok önemlidir. Aksi halde İslami bilgi şu olur: Öyle bir öğreti ki yalnızca ileri yaştakiler okuyup anlayabiliyor. Bu doğru değil. Çocukları ne yapacağız? Biz tasavvufu çocuğa nasıl anlatacağımızı düşünmeliyiz. Bu kadar önemli bir şeyi çocuğa nasıl anlatacağız? Çocuk bu gerçekleri öğrenmeden büyüdüğünde bu konuların ona cazip geleceğini bilebilir miyiz? Çünkü dünya, kitabıyla, Tv’siyle, her türlü yayınıyla ona her yanlış şeyi veriyor, ama sen veremiyorsun. Bu konuları çocuğa nasıl anlatırız, nasıl veririz, bunları konuşmamız lazım. Çünkü çocuk, bu dünyaya veri tabanı başka bir şeye hazır olarak geliyor. Eğer sen ona doğru olanı verememişsen, yıllar boyu onun dünyada kazandıklarıyla yarışmaya çalışırsan başaramazsın, mümkün değil! Öyleyse “ne vereceksin, ne yapman lazım, nasıl bir yaşantı gerekiyor?” bunları bilmek ve uygulamak önemli! Ama bu yaşantının içerisinde beşeri bir “yasaklama, ayıplama ve günahlama” olmamalı. Bunlar olmamalı ama ne yapacağız? İşte bir an önce konuları oralara getirmeliyiz. Bu konular çocuklarla nasıl yaşanır? Dünyada “B” olarak nasıl yaşanır? “Asi” yapıdan kurtularak ama toplumdan silinmeden nasıl yaşanır? Önemli bir kişi olarak, toplumdan kopmadan, dünyadan yararlanarak, dünyayı severek nasıl yaşanır? Bunları somut örneklerle açıklamak lazım ki uygulayabilelim. Aksi halde kişi anlaşılması zor cümleler okumayı “önemli bir dini görev” sanar. Oysa Rasulullah Efendimiz (SAV)’le konuşanlar Mescid’den, Efendimizin yanından çıktıkları zaman ne yapacaklarını biliyor: “Ben artık şöyle yapacağım” diyerek çıkıyor, çıkar çıkmaz da onu yapıyor. Hayatına yeni bir şey ekliyor, Efendimizden öğrendikleriyle yeni bir hayat tarzı oluşturuyor. Biz de bir bilgiyle karşılaşmışsak “artık şöyle yapacağız” diyebilmeliyiz.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER