Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 77

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 19 Eylül 2018 Çarşamba 13:24:04
 

ALLAH ADINA HÜKÜM VEREREK KONUŞMAK
Mânâ ayrıştırma için ilk malzememiz aslında tek bir mana olan “Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” idi. Şimdi onu “îman ve amel” diye ayrıştırmaya başlıyoruz.
İman’ın altındaki temel ipucunu hep hatırlayalım: Hüküm vermek. Hüküm, kader için anahtar kelimedir. Eğer siz hükmün ne olduğunu fark eder ve davranırken “Allah yerine mi hüküm verdim?” diye kendinizi hızlı test etmeye alışırsanız hata yapmazsınız. Bu yüzden, anahtar kelime hüküm! İnsanlar arası ilişkilerde, Allah’ın verdiği yetkiye sahip çıkıp hüküm vermek ayrıdır, Allah adına hüküm vermek ayrıdır. İlişkilerinde insan onu normal kendi hükmü içerisinde zannedip Allah adına hüküm vererek konuşur. Zihnimizden, dilimizden, fiillerimizden onları temizlemeyi öğrenirsek kaderle ilgili hata yapmamız neredeyse imkânsızlaşır. Bir örnek görelim. Mesela siz bir kişiye “cennetliktir, cehennemliktir” derseniz Allah’ın yerine hüküm vermiş olursunuz. Onu siz normal ilişkileriniz kapsamında söylediğinizi zannetseniz bile yanlış bir davranıştır. Size o yetki verilmedi. Kula yani Halifetullah’a verilen hüküm yetkisi içerisinde o yoktur. Allah adına konuşursanız hata yaptınız demektir. Çok bildiğiniz bir şey ama hayatta bu örnekler o kadar çok ki. Mesela, size hükümle ilgili bir hassasiyetten bahsedeyim. Bunu bir İslami kural olarak söylemiyorum, yalnızca hükümle, kader yaşantısı ve kültürüyle ilgili bir hassasiyeti anlatmak istiyorum. Kişi düşünüyor ki emir vermek için müstakilen VAR ve muhtar olmak lazım. Ancak müstakilen VAR ve muhtar bir güç emir verebilir. Bu yüzden ancak Allah emir verir der ve emir cümlesi kurmaktan kaçınır. Bu düşüncesini yaşantısında öyle ileri götürür ki emir cümlelerini dilinden siler. Mesela “yavrucuğum, şunu getir” demez, “getirir misin?” der, yani öneri sunar, ben kul olarak ancak öneri sunabilirim diye düşünür. Böyle yapın demiyorum, bir hassasiyeti söylüyorum. Kişi “emir Allah’a aittir” der ve korkar, emreden kelimeler kullanmışsa tövbe eder ve mümkün olduğunca öneri sunmaya çalışır; “yapar mısın, getirir misin?” gibi. Hüküm sözcüğünün anahtar kelime olduğunu fark eden için böyledir. Şimdi “îman ve amel”e dönelim, bunları mânâ ayrıştırmaya tabi tutacağız.
İMANIMIZ BU: MUHTAR DEĞİLİZ
İmanın temeli “muhtar değiliz” halidir. Allah’a yönelip “Allahım” dediğinde muhtar değiliz. İmanın temeli budur ama amelin temelinde kesret vardır, bu yüzden yaşarken bir insana göre muhtarsınız. “Muhtarsınız” kelimesini şimdilik kaydıyla, konuyu anlamak için kullanıyoruz. Çünkü “muhtar” kendi adına hüküm verebilen demektir. Kendine göre davranabilen, kendi adına hüküm verebilen muhtardır. Ve beşer olarak yalnızca Efendimiz (SAV)’in ismidir/vasfıdır Muhtar, başka birisinin vasfı değildir, yalnız Rasûlullah (SAV)’in ismidir. Hiç düşündünüz mü, ona Muhtar ismi neden verilmiştir? Çünkü “o heva ve hevesine göre konuşmaz” noktasındadır. Öyle bir Halifetullah ki Muhtar!
İmanımız bu: Muhtar değiliz. Bunu neye göre söylüyoruz? Hep Kur’ân’dan! Bu konuda bir örnek ayetimiz var; İnsan-29 ve İnsan-30. İnsan-30’a göre muhtar değilsiniz; bu imandır. Ama amelde muhtarsınız; İnsan-29’a göre. İnsan-29 diyor ki; “(size anlattık), artık dileyen Rabbine bir yol tutar.” Ayet “dileyen” demekle sizi muhtar yaptı. Ama hemen peşine İnsan-30 ayeti uyarır: Dileyen ancak Allah’tır. İşte bunları zıt değil tek görmek gerekiyor. İnsan-29 ve İnsan-30 biz anlayalım diye iki ayrı ayettir, aslında tek manadır. Ama o tek ayet, tek mana dünya diliyle yazılamaz, çünkü o bir mânâ! O mânâyı kendinize yerleştirirseniz siz mânâlarla konuşuyor olursunuz. Örneğin beş farklı dünya dilinde beş farklı insanı getirelim, önlerine birer şişe su koyalım. Suya bakınca her biri kendi dilinde “su” der ama beşinin de söylediği aynı mânâdır. Mânâ evrensel dildir. O dil söze dönüşünce farklılıklar çıkıyor. O kişiler denize baktıklarında aynı şeyi düşünür ama farklı kelimelerle söylerler. Denize baktığı zamanki mânâ önemli, önemli olan mânâdır. İşte İnsan-29 ve İnsan-30 birleştirildiği zaman da böyle bir mânâ oluşur ama onu ifade edecek bir dünya dili yoktur, cümleye dönüşemese de o mânâ vardır. Buna benzer diğer iki ayet Nisâ 78 ve 79’dur. Nisâ 78 yönelişle, Nisâ 79 sâlih amelle ilgilidir. Yani Nisâ 78 muhtar olmadığınızı anlatır, Nisa 79 ilişkiler içindir, onu okuduğunuzda bakarsın ki muhtarsınız. Tek mânâ olan İnsan 29 ve 30’u bir cümleyle ama çok sırlı bir cümleyle tanımlayalım. Mânâsı bilinmediği için değil, tesiri açısından sırlı bir cümle. Bu cümleye dikkat edin, onu zihninize yerleştirin, o sizde kader konusunda tomurcukları patlatacaktır. Türkçe bir cümle, beyne tesir eden, tomurcukları açan bir cümle! Bu cümle aynı zamanda “kul amellerde muhtardır” cümlesini yanlış anlaşılmaktan da koruyacaktır. Tek manaya göre deriz ki: Kul zâhiren muhtar, bâtınen mecburdur. İlişkilerde kul zâhiren muhtarsa da perde arkasında (bâtınen) mecburdur. Bunları anlamaya, hem muhtar hem mecbur olan tek manaya ulaşmaya çalışırken, bu söylediğimi anlamayı bir şey bozar. “Zâhiren muhtar, bâtınen mecbur” cümlesinin tek mânâ olmasını bozan şey “ama nasıl olur?” yaklaşımıdır, bunu dediniz mi bozulur. İslâmiyet’te anlamak teslim olmakla ilgilidir, Allah’ın söylediğine teslim olduğunuz zaman mana anlaşılır. “Nasıl olur, ama şöyle, ama böyle” dediniz mi fişiniz çekilir, bilgisayardan hiç bir şey çıkmaz. O manayı bozan ikinci şey de şudur: Kendinize göre o manalardan birini ağırlıklı yapıyorsanız yine bozulur. “Zâhiren muhtarlık bana daha anlamlı geliyor, bu daha ağır basıyor” dediniz mi onu tek mânâ yapamazsınız. Veya “bâtınen mecbur oluş bana daha kuvvetli geliyor” derseniz yine bozulur. Tevhid yapamazsınız, denge bozulur, artık mânâları çakıştıramazsınız. Hizasını bozmayacaksınız, ikisi aynı olacak, ikisini aynı seveceksiniz. İzah edebildim mi?
HÛ DEDİĞİNİZDE BİLDİĞİNİZ BİLMEDİĞİNİZ
 BÜTÜN ESMALARIN HEPSİNİ BİR
SEFERDE SÖYLEMİŞ OLURSUNUZ
Mânâ çakıştırma ve ayrıştırmada iki önemli kural var, onları da görelim: Mânâ Çakıştırma Yöntemi’nde mânâlar çakıştırılınca, yeni mânâ daima tevhide yaklaşır. Onu başka bir mânâyla çakıştırırsınız o daha da yaklaşır, sonra daha da yaklaşır… Bunu esmâ’ül hüsnalarla ilgili düşünürsek, bütün esmaların mânâlarını çakıştırdığınızda HÛ ismi çıkar. HÛ ismi esmaül hüsna listesinde diğer esmalarla birlikte yazılsa da HU onlarla aynı sırada değildir; O bir mânâ çakıştırma esmasıdır. Bütün mânâlar çakışır, tevhide doğru bir sesleniş olur: HÛ. O bütün esmâları içerir. HÛ dediğiniz zaman, bildiğiniz bilmediğiniz tüm esmâlar (yalnızca doksan dokuz değil) tümü onun içerisindedir. Bildiğimiz doksan dokuz esmâ hadiste listeli değildir, sayılmamıştır, o liste sonradan düzenlenmiştir. Hadis olan “Allah’ın yüzden bir eksik doksan dokuz ismi vardır” ifadesidir. Devamı sanılan esma listesi insanlar tarafından düzenlenmiştir. Hatta doksan dokuz isim listesinde olmayan ama Kur’ân’da olan esmâları da eklemişler, o zaman yüz on iki, yüz on üç isim olmuş. İşte siz HÛ dediğinizde, onun mânâsı bütün esmaları içerir. Takliden söylense bile! Söylediğimiz şekilde bir mana oluşturduğunuzda elbette o çok farklı olur. Bu tâlip olursanız olur. Tâlip olursanız onun oluşması bir dakikanızı almaz. Siz HÛ dediğinizde bildiğiniz bilmediğiniz bütün esmaların hepsini bir seferde söylemiş olursunuz. Tevhide doğru giden böyle bir mânâ çakıştırmadır HÛ.”Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” manasını da çakıştırdığımızda tevhide yaklaşır.
RASULULLAH (SAV) SAHABEYE
NE ANLATMIŞTI? ÖNEMLİ OLAN O…
Şimdi çok önemli bir şeyin altını çiziyoruz, lütfen dikkat buyurun: Mananın tevhide yaklaşması kesretin zâhiri mecburiyetlerini yok yapmaz. Bu özellikle tasavvufla ilgilenenler için önemlidir. Tasavvufu çok önemsemeden İslam’la ilgilenenler bu hatayı yapmazlar. Tasavvufla ilgilendiğini zannedenler yapar bu hatayı. Bu hatanın olmaması için altını çiziyoruz: Mânâ çakıştırıldığı zaman yeni mânâ tevhide yaklaşır ama mânânın tevhide yaklaşması o cümlenin kesretteki uygulanışını, kesretteki mecburiyetlerini kaldırmaz. Örneğin bir kul mânâ olarak tevhide yaklaştığında zâhiri mecburiyetlerden olan salât ikamesi ondan kalkmaz, “salât avamın işi” diyemez. Bu çok önemli, çünkü böyle tuzaklar var, bunlar hep akıl oyunlarıdır. Eğer işe dünya aklıyla bakarsanız, “semi’nâ ve eta’nâ” demezseniz sizi akıl oyunları yönetir, ortaya çıkan tevhid mânâsıyla perdelenip amelleri önemsemezsiniz. Çok dikkat edin, mânânın tevhide yaklaşması ameli kesinlikle kaldırmaz. Tam tersi, ulaştığınız her mânâ ancak kesret mecburiyetleriyle geçerlidir. Siz bir mânâya ulaştınız, yani elinize bir çek geçti ve ona çok yüksek bir değer biçtiniz ama götürdüğünüzde o geçmez. Ancak Kesret Mecburiyetleri imzasını taşıyorsa geçer. Rasûlullah Efendimiz (SAV)’e ait amelleri terk ederek, şeriatı önemsemeyerek tevhid olmaz. “Ben şöyle düşünüyorum, günümüzde böyle, ben böyle yapıyorum” gibi düşüncelere girip akıl oyunlarına tutulursanız iş bozulur. Akıl oyunları öyledir ki insan ona çok kuvvetli inanır. La ilahe illallah Muhammedün rasulüllah manasına ve bu iman ve gereği amele uymayan bir şeye kuvvetli inanıyorsanız altında şeytanı arayın. Ulaştığınız tevhid mânâlarını geçerli sayacak şey kesret mecburiyetleridir. Bu tehlike tasavvufla uğraşanlar içindir. Mânâ ayrıştırırken ise risk, İslâm’ı önemserken sadece amellerle meşgul olanlar içindir. Mânâları çakıştırmada, yeni mânâ tevhide gittiği için orada tasavvufçular için tehlike var dedik. Mânâ Ayrıştırma Yöntemi’nde ise amelciler yani aklını amele takmış olanlar önceliklidir. Onlara İslâm sorduğunuzda ilmihâlden başka bir şey anlatmazlar. Şu sorunun cevabını lütfen merak edin. Ancak yanlış anlaşılmamak için de uyarayım: Bu soru vesilesiyle günümüzde anlatılanlara “yanlış” demiyorum, “yetersiz” diyorum. Hatta o yetersiz dediklerimin bile çoğalmasını ve güzelleşmesini Rabbimden dua ile istiyorum. Söylemek istediğim şey, o anlatım tarzının ve anlatılanların yeterli olmadığıdır. Sorumuz şu: Efendimiz (SAV)’in tebliğini yaptığı ilk beş yılı düşünün, o ilk beş yılda anlatılan, konuşulan neydi? Bunu düşünün. Bir de günümüzde İslamiyet ile ilgili anlatılanlara bakın, ne anlatılıyor? Günümüzde İslam diye sahabelerin, önemli zatların hayatları ve ilmihal bilgileri konuşuluyor. Elbette hepsi çok önemli! Sahabe efendilemiz ve konuşulan zatların hepsi başımızın üstündedir, lütfen yanlış anlaşılmasın. Söylemek istediğim şey şu ki anlatılan sırf bunlar. Hatta bunlar anlatılırken maalesef “ne insanlarmış” diye onları müstakilen VAR ve muhtar gibi gösteren bir yaklaşım görüyoruz ki o ayrı bir yanlıştır. Konu başlığı olarak, anlatılan konulardan birisi mubarek zatların hayatları, biri de ilmihal. Şu işi nasıl, bu işi nasıl yapacağız? Maalesef bazen sordukça işi yapamayacak hale getiren bir üslup bile görülebiliyor. Sormadan önce o işi ne kadar güzel yapıyordun, sordukça nasıl yapacağın bozuluyor, yapabilme imkânın ortadan kalkıyor. Ama fark etmemiz gereken şu: İslam adı altında anlatılanların çoğu özellikle Efendimiz (SAV)’den sonradır. Önemli zatlar, önemli kitaplar, önemli sözler, ilmihal, hepsi Tebliğ’den sonra oluşmuştur. Peki, henüz bunlar yokken Efendimiz (SAV) ne anlattı? Bugün anlatılanlar henüz oluşmamışken Efendimiz sahabeye ne anlattı? Sahabe yok ki menkıbe anlatsın. İlmihal de oluşmamış. Peki, Efendimiz (SAV) ne anlattı? Bunu lütfen çok önemseyin. Efendimiz onlara nasıl inanacağımızı anlattı, önce nasıl inanacağımızı anlattı. Bu paylaştıklarımız işte bu kadar önemli.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti