Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 62

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 1 Eylül 2018 Cumartesi 13:21:13
 

SIKINTILAR RASÛL VE NEBÎLERE MÜKÂFATLARLA DÖNER
Yûsuf Suresi 42. ayette anlatılan olay zahiren aynen yaşanmış, Hz Yûsuf aleyhisselâm böyle bir sıkıntı yüklenmiştir. Ama o sıkıntı ona, tüm sıkıntılar Rasûl ve Nebîlere mükâfatlarla döner. Fakat bu, dünya mükâfatları ve malları değildir. Yani fani mükâfatlarla dönmez, baki mükâfatlarla döner. İnananlar için de böyledir. İhlâslı, îman ve sâlih amel sahibi salih, saliha bir kişi mahzun olduğunda “eyvah, ben şimdi ne yapacağım” gibi dünya hallerini sergilemez de “Kefa Billâhi veliyyen ve kefa Billâhi nasıyra: Dost, arkadaş, yardımcı ancak Allah’tır” diye düşünürse, hemen kendisi için bir büyük mükâfat, bir büyük açılım gelir, büyük sayılacak bir şey alır, mutlaka alır, bu böyledir. Efendimiz (SAV) bazı olaylar yüzünden mahzun olup, boynunu büküp, Kâbe’ye yaslanmış durduğu zaman Mirac yaşamıştır. Efendimiz bize İsra Sûresi ile bildirilen Mirac’ını yaşamadan önceki halinde bir mahzunluk var. Bir de, Efendimiz (SAV) için Mirac’ı bir kere yaşanmış düşünmeyin. Kıssasını bildiğimiz mirac, Efendimiz (SAV)’in tek miracı değildir, öyle düşünmeyin.
Hz. Yûsuf aleyhisselam Yûsuf Suresi 42. ayette anlatılan hali dünya tiyatrosunda zahiren yüklenmiş, karşılığında risaletindeki nefs ilerlemesiyle ilgili ikramlar yaşamıştır, yedi yıllık sonraki zindan hayatı onun için Rasûle ait farklı bir seyr-i sülûk olmuştur, çok ayrı bir şey yaşamıştır. Onu da normal insan seyr-i sulükû gibi düşünmeyin. İnananlar bu yüzden zindanı seyr-i sülûk için bir mektep görmüşler, ona Mekteb-i Yûsufiye demişler, orayı bir zindan görmemişler. Bütün bunları anladıktan sonra, bizim buradan dersimiz ne, bu ayetten biz hangi dersi alacağız?
EN ÖNEMLİ TEBLİĞ HALLEDİR.
ÖNCE ANLATILANI YAŞAYIN!
Rasûl bir beklentisi için kula müracaat etti. Bu cümle, ayette anlatılan sıkıntılı rolü tarif ediyor, “Hz. Yûsuf aleyhisselam yanlış yaptı” demiyoruz, bir rolü tarif ediyoruz: Rasûl bir beklentisi için kula müracaat etti ve “rabbinin katında beni an” dedi, bir rasûl olduğu halde Allah’tan istemedi. Görüntüde! “Rabbinin katında beni an” diyerek, kurtulmak için bir kula müracaat etti. “Mahkûmun efendisinin katında anılmak istedi” veya “O mahkûmun efendisinden istedi” gibi mealler aynı mânâda buluşuluyor: Allah’tan değil mahkûmun efendisinden, kuldan istedi. Biz şimdi Allah’tan istemeyi ve kuldan istemeyi tanımlayalım ki işi fiiliyatta uygulayabilelim. Tanımlamaz da “yalnızca Allah’tan isteyin” dersek, okuyanları öylece bırakırsak hayatta bocalarlar, ikileme düşerler. İslam anlatılırken ikileme düşen oluyorsa, anlatanda veya anlayanda yanlış var demektir. İslam ikilemleri kaldırmak içindir. İkilem oluşuyorsa bir yanlış vardır. İkilemde olan onu çözmelidir, çözebilmelidir, çözmeye gayret etmelidir. İkilem İslam’dan uzaklaşmaktır, şeytan demektir. Şeytanın bir karşılığı, bir manası da ikilemdir. İblis ikileme düştüğü için şeytan vasfını yüklendi, ikilem böyle tehlikelidir.
“Allah’tan istemeyi ve kuldan istemeyi” tanımlayalım ki ikilem kalksın, fiilimizi ortaya koyarken tereddüt olmasın. Müslümanın bir önemli görevi İslâm’ı ikilemsiz uygulamaktır. Öyle uygulayacağız ki örnek olacağız. İkilemde kalıp uygulamayan örnek olamaz. En önemli tebliğ halledir. Örnek olamayan halle tebliği yapamaz. Bir gün hutbede çocukları İslâm’a uygun yetiştirmek anlatılıyordu. En önemli öğüt şu: Çocukları İslâm’a uygun yetiştirmek isteyen İslâm’ı yaşayacak! Öğüt vermek “şöyle yapın” demek değil, yaşamaktır. Yaşayın! En önemli tebliğ halledir. Söylemeyecek miyiz? O ayrı, önce yaşayın. Yaşayanın sözü tesirlidir. İslâm’ı yaşayanın sözünün enerjisi, nuru çok farklıdır.
SİZ RABBİNİZİ SÜREKLİ ANIYOR
OLSANIZ BİLE, BİR BAŞKASININ RAB
İDDİASINI BEĞENİP TASDİKLERSENİZ…
Yûsuf Sûresi 42. âyette vurgulananı meâllendirirken “rabbi” de deseniz “efendisi” de deseniz “Allah’tan değil de mahkûmun efendisinden istedi” manası çıkar. İşin aslı görülemiyorsa (yani kişi yeterince hanîf değilse) âyetteki manayı fark edemez, âyetin vermek istediği dersi yakalayamaz. Bu âyetin bize öğrettiği esas meseleyi daha önce de paylaştık, şimdi bu ayet örneğinde işliyoruz.
Bir ki��i Kelime-i Tevhid’in doğru manasını anladı ve dedi ki; “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan ancak Allah’tır. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR, La ilahe! Ancak Allah Müstakilen VAR ve Muhtardır.” Bunu anladı ve uygulamaya çalışıyor. Buraya dikkat edin, tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli, önemini anlatmayı başarabileceğimi de sanmıyorum. İnandınız ve dediniz ki müstakilen VAR ve muhtar ancak Allah’tır. Kendiniz için de dediniz ki, Ya Rabbi benim Müstakilen VAR ve Muhtar iddiam YOK! Arzu ve isteklerinizi, fiillerinizi buna göre ayarlamaya çalışıyorsunuz, buna göre düşünüyor, buna göre korkuyor, buna göre ibadetlerinizi yapıyorsunuz. Ama bir şey var ki en az bunlar kadar önemli. Çünkü bu yaptıklarınızı bozan bir şey: Birisinin müstakilen VAR ve muhtar iddiasını tasdik etmek! DuniHi algıdaki birinin “müstakilen VARIM ve muhtarım” iddiasını tasdik eden hallerden kurtulmak çok önemlidir. Bir mana da budur. Bir rasûl üzerinden örnek verilmesinin bir sebebi de rasûlün hata yapmayan kişi olmasıdır. Kesinlikle bilir ki, Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır. Hz. Yûsuf aleyhisselâm bunu biliyor ve böyle yaşıyor. Ama ne yaptı? “rabbinin katında beni an” diyerek mahkûmun “müstakilen var ve muhtar” iddiasını, yanlış algısını tasdikledi. Mesaj anlaşıldı mı? Eğer Kelime-i Tevhid’in mânâsı bilinmezse, kişi “ayetin meâlinde rab yazmamla efendi yazmam arasında ne fark var?” der durur. Doğru. Ama ayetin esas anlatmak istediği “Rabbini unuttuğu”dur. Nasıl unuttu? Başkasının rab iddiasını tasdikleyerek! Hz. Yûsuf aleyhisselâm Rabbini unuttu mu? Hayır. Niye unuttu muamelesi gördü? İşte âyette öğretilen diğer önemli şey budur. Siz Rabbinizi sürekli anıyor olsanız bile, bir başkasının rab iddiasını beğenip tasdiklerseniz, ki insanların kendi ilahlıklarını ilan ediyor olması da aynı şeydir, bu durumda Allah diyor ki; bana verdikleriniz de oraya gider. Allah rızası öyledir ki içine başka şey karışırsa bozulur, ondan Allah’a bir şey ulaşmaz. Bu kadarcık bir tasdikte bile idrak o tarafa akar, sayılar oranın skor tabelasına yazılır. Yûsuf aleyhisselam “rabbinin katında beni an” dediği an oraya yazdığı için, sürekli Rabbiyle olan bir Rasûl için bile “rabbini unuttu” deniyor. Dersimizi alalım. Bize Rasûlü üzerinden öğretiyor, Rasûl bu sıkıntıyı dünya tiyatrosunda yaşayarak bize gösteriyor.
KENDİNİZ DÂHİL KİMSENİN
O İDDİASINI TASDİK ETMEYECEKSİNİZ
Tekrar edeyim: Kişi “Müstakilen VAR ve Muhtar iddiasında değilim” deyip hayatını buna göre düzenlese, ama başkasının Müstakilen VAR ve Muhtar iddiasını tasdiklese küfre girmiş olur. Rasûl bu işi görevi gereği rol olarak yaptığı için, bunu öğretme sadedinde sahnede yaptığı için küfre girmez. O bize hayatıyla anlatıyor, Rasûlün hayatı bir derstir. Ama insan onu yaparsa küfre girer. Bir örnek vereyim, onu yaşantınıza yayın. Arkadaşınız dedi ki, bir sanat galerisi açılmış, gel bir bakalım. Kıramayıp girdiniz. Tablolar, resimler… Birisinin başında da ressamı duruyor. Ressam o resmi “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasıyla yapmıştır. Bir eser çıkarıyor ama bu iddia ile. Siz oraya geldiniz, baktınız ki resim şahane, çok beğendiniz. “Ne kadar güzel” dediniz, onu övdünüz, tebrik ettiniz, bütün beğenilerinizi kişiye yaptınız. Dikkat edin, mesele yapılan bir şeyi beğenmek beğenmemek değil, “bakmayacağım, beğenmeyeceğim” tavrı değil, resmi beğenebilirsiniz. Eğer her şeyin sahibinin Allah olduğunu iyi bilirseniz, o resim kimindir, kim yapmıştır, ona bu idrakla bakarsınız. Ama her şeyi götürüp kişiye bağladınız. O kişi oraya o iddiayla geldi, o iddia ile duruyor ve siz de onu tasdik ediyorsunuz. Bu, “rabbinin katında beni an” demekle aynı şeydir. Bir ünlüyü seyrediyor, yaptıklarına, esprilerine onuna bununa hayran oluyor, takdir ediyorsunuz. Onun neyini takdir ediyorsunuz? Egosunu! Bu “rabbinin katında beni an” demekle aynı şeydir. O iddiayla yaşayan iş arkadaşınızın bir başarısını takdir ediyorsanız da aynı şey, “Müstakilen varım ve muhtarım” iddiasını tasdikliyorsunuz. Peki, hiç takdir etmeyecek miyiz, hiç aferin demeyecek miyiz, hep görmezden mi geleceğiz? Birisi güzel bir şey yapmışsa elbette takdir edeceğiz. O başka bir şey! Onun iddiasını tasdiklemeyeceğiz, onun iddiasına destek vermeyeceğiz. Onun o iddiasına destek vermek Allah’a karşı gelmektir. Çünkü o “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasıyla yaşıyor. Ev hanımlarında bu konu yemekle ilgili olabilir. Birisi ona “mercimekli köfteyi çok güzel yapıyorsun” dediğinde anlatışı değişir. Öyle anlatır ki o anlatımda Allah hiç yoktur. O adrenalinle Allah’ı unuttu gitti. Rabbini unuttu! Kendi marifetini anlatırken Allah’ı unuttu. Dikkat edin, bütün yaptıkları hemen oraya kayar. “Devamlı zikrullah”ın şartlarındandır ki kendiniz dâhil kimsenin o iddiasını tasdik etmeyeceksiniz. Elinizde tesbih, sürekli bir esma söylüyorsunuz ama kendinizin veya birisinin “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiasını tasdik ediyorsanız olmaz. Allah muhafaza etsin, o tesbihin taneleri ateş olur da cehennemde çekersiniz. Küfür bu kadar tehlikeli, karşılığı bu kadar korkunç! Kunut dualarında her gece okuyoruz, “Mutlaka küfrün karşılığında azab gelecektir” diyoruz. Böyle!
EĞER CÂMİDE SİNEMADAKİ
 FİLM ÖNCESİ HAL GİBİ DURUYORSANIZ OLMAZ. FİLM BAŞLAMIŞ GİBİ DURACAĞIZ
Âyetteki esas meseleyi inşâAllah yakaladıysak bir soru soralım: Bu anlatılanlardan çekinip, korkup, “Ya Rabbi, İyyâKE na’budu VE iyyaKE nesta’iyn” dedikten sonra yaşantıda bir kuldan bir şey istemeyecek miyiz? Bir veliyullah tanıyorsak ona bir derdimizi söyleyip bir şey istemeyecek miyiz? Bir mübarek kişinin yattığı yere gidip orada bir dua etmeyecek miyim? Bu çok önemli! Bir iki örnekle bu manayı çözelim. Çözelim ki uygularken doğru uygulayalım ve örnek olmaya çalışalım. Kime? Dileyene. Kur’ân “Dileyene” diyor, zorla örnek olamayız. Dileyene, tâlibe, tâlib olana. Şimdi size iki hâl tarif edeceğim, birbirine destek olsun diye. Fakat bana hayal gücünüz yardımcı olabilir, çünkü hep mesele algı. O manzarayı zihninizde resme, algıya çevirirseniz inşâAllah başarılı olabiliriz. Lütfen zihninizi zorlayın ve bir sinema salonu düşünün. Henüz film başlamamış, salon tıka basa dolu. Film henüz başlamadığı için, salondakilerden kaynaklanan bir ses, bir gürültü, bir uğultu var, herkes birileriyle kısık sesle de olsa konuşuyor, herkes birbiriyle meşgul. Çünkü daha film başlamadı. Birisi uzun süredir görmediği bir arkadaşıyla karşılaşmış ortak tanıdıklarını soruyor, uzaktan gördüğü birisi için yanındakine “şu benim hocam, şu ünlü birisi” diyor, bir meşguliyet var, herkes birisiyle meşgul. Şimdi diğer hale geçelim: Film başladı, kişiler yerlerine oturdu, uğultu kesildi, herkes filmle meşgul. Artık salonun doluluğu önemli değil: Film ve siz. Az önce ne kadar kalabalıktı, şimdi gözünüz kalabalığı görmüyor. İkinci hâl de bu; film ve siz. Salondaki bazıları kendilerinin varlığını belli edecek davranışlarda bulunurlarsa rahatsız olursunuz, önünüzde sizden uzun biri varsa rahatsız olursunuz, film dışı konuşandan rahatsız olursunuz. O ana kadar fark etmemişsinizdir, arkanızdan bir pastırma kokusu gelir rahatsız olursunuz, sizin filmle ilişkinizi engeller. Bu hâli de yakaladık mı? Salondayız, filmle meşgulüz. Bu iki hâli yan yana getirip zihnimizde yukarıda tutalım, şimdi altına başka resimler koyacağız. Câmiye girdiğimizde film başlamadan önceki hal gibi miyiz, film başlamış hal gibi mi? Hele bayanlar tarafından öyle uğultu gelir ki sanki câmide film yok, film başlamamış bir toplantıda gibiler. Oysa kişi önemli birinin yanına gideceğinde duşunu alır, ayakkabısını boyar, kravatını düzeltir, kapıda telefonu kapatır. Câmide İmam Efendi döner “telefonlarınızı kapatın” der ama telefonlar çalmaya devam eder. Artık sıkıldılar da söylemiyorlar. Sözleri dinlenmeyince ne yapsınlar! İmam’ın sözü dinlenmiyor, en iyisi söylemesin. Salâtta telefon çalmaya devam ediyor. Niye? Çünkü seyrettiği bir film yok, telefonu niye kapatsın? Salâttan haberi yok! Bu ne zaman değişir? Algıyı onarırsanız! O zaman iş değişir. Biz cami örneğini verdik ama sadece camide değil, evde de böyle. Anlayalım diye camiyi örnek verdik, müslüman için câmi önemli bir alan. Siz her yer için kendinizi sık sık yoklayın, doğruyu yakalayacaksınız inşâAllah. Eğer câmide sinemadaki film öncesi hal gibi duruyorsanız, orada bir film görmüyorsanız, saatlerce oturup film seyretmeden çıkmış gibi olursunuz. Bilet için kuyrukta da beklediniz, para da ödediniz ama neye yaradı, sinemada ters oturdunuz. Salât ikame ederken filmi görüyorsanız başkadır, film başlamamış salonda gibiyseniz başkadır. Dua ederken de! Ki bu daha başlangıç! Sonra orada rol alan olmamız lazım, yalnız seyreden değil. Bütün bunlar için algımızı onarmak gerekiyor ki huzurda olduğumuzu görebilelim, sonra o olayda rol alabilelim. Aslında zaten bir roldeyiz, farkında olmadığınız için rolünüz yok sanıyorsunuz. Onu fark edebilmek de algıyla ilişkilidir. Bu testi hep yapmalıyız. Yaşarken Allah’ın filminde mi, yoksa salonda film başlamamış haldeki gibi miyiz? Gürültücü, birbiriyle meşgul halde mi, yoksa filmle mi? Bu testi mescidde yapan bilir ki yeryüzü bize mescid kılınmış, bütün yeryüzü câmi. O zaman ev, iş, okul, ne fark eder. Ama alışmak için antrenman yapmak lazım, önemi yüzünden câmideki halimizi test örneğini verdik. Bunu önemsersek, yani bizim için hayat 7/24 böyle olursa, o zaman ne olur biliyor musunuz? Nefs-i Mutmainne! Nefs-i Mutmainne halini söylüyor oluruz. Bu anlattığımız onun başlangıcı, fiillerin tecellisinin başlangıcı. Bu kadar da kolay… Ama bu algı olmazsa olmaz.

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 62-

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER