Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 50

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 14 Ağustos 2018 Salı 11:56:17
 

MUHAMMEDÎ OLANLAR HİÇ İNCİTİLMEZLER
A’râf-169: “Onun içinde olanı ders edip incelemediler mi?”
Ayette, Tevrat’la yükümlü tutuldukları halde kurallara uygun davranmayan Hz. Mûsa kavmi uyarılıyor. Bu vesileyle bir ikramı, bir güzelliği söyleyelim: Kur’ân’ı ders yaptığınızda göreceksiniz ki Muhammedî olanlar bu şekilde bile uyarılmaz, onlar hiç incitilmezler, hiç bir konuda. Kur’ân’da hiç bir âyette onlara hücum yoktur. Rahıym ismi hemen çalışır, yalnız âhirette değil. Kur’ân okurken Allah’ın Rahıym ismini görürsünüz, imanlıya uyarı bu ayette olduğu gibi başkaları üzerindendir, başkaları üzerinden anlatım yapılır. Bu âyette de Hz. Mûsa kavmi “Tevrat’ın içindekileri incelemediler, onu ders yapmadılar” diye uyarılıyor, biz onların uyarılışlarını ders çıkararak okuyoruz.
MUHAMMEDÎ OLARAK BİR ÖZELLİĞİMİZ DE, RASÛL VE NEBİLERİ AYIRMAYAN BAKIŞIMIZ
Cum’a-5: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.”
Yine Hz. Mûsa kavmi için bir uyarı. Hem ders yapmıyor hem de kitabımız var diyorsunuz. Sizin durumunuz, sırtına kitaplar yüklenmiş de taşıyan merkep gibi. O kitaptan yararlanmıyorsanız, o kitabın haliyle hallenmiyorsanız durumunuz bu! Böyle bir soru ahirette biz müslümanlara da sorulabilir. “Uyarı bize değil” der geçersek yanılırız. Soru bize de soruluyor, bizim için de geçerli. Ancak, Muhammedî imanınız nedeniyle incitilmiyorsunuz. Anlayın, fark edin. Muhammedî olanların büyük bir özelliği var: Âmentü Billâhi demeleri. Bu özelliğimizi bize Mirac Gecesi hediye edilen “Âmener Rasûlü” ayetlerinden öğreniyoruz. Muhammedî olarak bir özelliğimiz de, Rasûl ve Nebileri ayırmayan bakışımız: Âyette “onlar Allah’ın rasûllerini ayırmazlar” deniyor. “Ayırmazlar”ı yanlış anlamayalım. Ayırmamak Rasûl ve Nebileri aynı seviyede tutmak değildir, tebliğlerini yani önerdikleri îmanı kabul ve tasdik etmektir, hepsinin Allah’tan geldiğini, Allah’ın Rasûl ve Nebîsi olduğunu kabul edip hürmetimizi ona göre yapmaktır. Ayırmamak seviye bakımından değildir. Âyetlerden öğreniyoruz ki Rasûller çeşitli özelliklerle farklı kılınmıştır. Özellikle Efendimiz (SAV)’in mertebesi, seviyesi farklıdır. Âmener Rasûlü âyeti “ayırmazlar” derken, hepsinin “Allah’ın Rasûlü” oluşunu ayırt etmeksizin kabul ederler demektedir. Neden böyle uyarı? Çünkü hemen peşimizde olan hristiyan âlemi yalnızca kendilerine gelen rasûlü kabul etmişler. O rasûl “ben benden öncekini tasdik etmek, benden sonrakini müjdelemek için geliyorum” dediği halde kabul etmemişler, Kur’ân’dan öğreniyoruz. Yahudi âlemi de bu hatayı yapmış. Hristiyan âlemi yalnız bu hatayla kalmamış, onu müstakilen var ve muhtar da ilan etmiş, ona ilahlık da vermiş. Müslümanlar işte bu yanlışları yapmazlar. Biz onlara yapılan uyarıları, onlara ait kıssaları önemseriz ama onlar, örneğin Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz’e anlatılan bir kıssayı önemsemez. Biz Kur’ân’da ne kadar kıssa varsa hepsini önemsiyoruz; Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Âdem, Hz. Mûsa, Hz. İsa… Hepsi için bu böyle, hepsi bizim için ders. Biz ayırmayız çünkü.
KUR’AN NASIL DERS YAPILIR?
Önceki kavimlere sorulan bir soru vardı: Size verilen kitabı ders yapmadınız mı? Eğer Kur’an’ı ders yapmazsak bu soru bize de sorulur, bunu önemseyin. Peki, Kur’an nasıl ders yapılır? Kur’an’ı ders yapmak zor değil ama dersin en önemli kuralını bilmek gerekiyor. Okulda başarılı olmaya çalışan yavrunuza ilk öğüdünüz nedir? Dersini sev, öğretmenini sev. Öğretmenini veya dersini sevmiyorsa başarılı olamaz. Gerçi başarısızlık durumunda sizi çocuğunuzda hiç suç olmaz, sebebi ya derstir veya öğretmen! Allah bizi bağışlasın, başarısızsa ya öğretmenini sevmiyor veya dersi sevmiyor deriz, sorana bu cevabı veririz. Başarı için ona ilk öğüdünüz “dersini sev, öğretmenini sev”dir. Kur’ân’ı ders yapmanın da ilk öğüdü budur: Dersini/Kur’ân’ı sev, öğretmenini/Rabbini sev. Bizim öğretmenimiz Rabbimizdir, “Allâhümme ente Rabbiy” bir manasıyla da budur. Kur’an’ı ders yapmanın ilk kuralını öğrendik mi? Kural bu: Öğretmenini/Rabbini sev, dersini/Kur’ân’ı sev.
Eğer dûniHİ düşünmezseniz yaşarken şunu görürsünüz: Öğretmeniniz hep okşayarak öğretiyor ve okurken öğreniyorsunuz. Dünyada Kur’ân’ı ders yapmak kadar kolay bir ders yoktur.
ANLAMAMIZ İÇİN, RABBİMİZ
BİZE O’NU KISIM KISIM GÖNDERDİ
 İsrâ-106: “Biz onu, Kur’ân olarak, insanlara (acele etmeden, hazmetmelerine imkân tanıyarak) dura dura okuyasın diye (âyet, âyet; sure, sure) ayırdık ve onu peyderpey indirdik.”
Kur’ân’ın kısım kısım inme sebeplerinden biri, acele etmeden öğrenelim diyedir. Acele etmeden öğrenmek, bilgileri hazmederek öğrenmektir. Sindirmek, hazmetmek bilgiyle hallenmektir, o bilgiyle hayat dengesini bozmamaktır. Müslümanın hayat dengesinin bozulmadan kalmasını sağlayan en önemli destek başlangıçta İnşirah Sûresi’dir. “Elem neşrah leke sadrak” âyetleriyle Rabbim bize genişlik verir, sindirim kolaylaşır. İsrâ-106’dan öğreniyoruz ki ders yapmaktan amaç anlamaktır. Anlamamız için, Rabbimiz bize O’nu kısım kısım gönderdi. Anlamamız için, onun hayat bulması için indirildi. O dönemdeki yaşantı içerisinde çeşitli sebepler oluştu, peşine âyetler geldi; daha kolay anlaşılsın ve uygulansın diye. Böylece onlar yaşarken ders yaptılar. Kur’ân dersini bir oyun, bir tiyatro gibi düşünürsek, onlar o dersi hayatlarıyla oynadılar ve yaşarken ders yaptılar. Bir sahabe bir rol oynadı, üzerine bir âyet geldi. Hz. Ömer radıyallahu anh bir cümle söyledi, üzerine bir âyet geldi. Hz. Ebubekir efendimiz radıyallahu anh sıddık bir davranışta bulundu, bir âyet geldi ve hayatlarıyla Kur’ân dersini oynadılar.
SİZ ACELEYİ SEVER, AHİRETİ BIRAKIRSINIZ
“(Rasûlüm), Onu (vahyi) acele (çarçabuk) almak için dilini kımıldatma.” (Kıyâmet-16)
Bu âyet konumuz için de Kur’ân dersi için de önemli, o nedenle biraz inceleyeceğiz. Bir de âyet biraz yanlış tefsir ediliyor. Müslümanların yaptığı bir iş için “yanlış” kelimesini kullanmak beni çok rahatsız ediyor ama Efendimiz (SAV) söz konusu olunca söylemeye mecbur kalıyoruz. Aslında ayetteki mânâ o kadar kolay ve basit ki. Efendimiz’e vahiy geldiğinde, Efendimiz (SAV) “kaçırırım, unuturum” diye çabuk çabuk tekrar ediyor. Âyetin devamında, “onu sana veren biziz, senin zihnine yerleştirecek olan da orada koruyacak olan da biziz” diye güvenceler var. Biz konumuzla ilgili kısma baktığımız için siz âyetlerin üstüne, altına bakabilirseniz, ufkunuz genişler inşâAllah. Efendimiz (SAV) o esnada acele ediyor. Aslında o acele farklıdır. Biz oradaki “acele”yi iyi anlamak için Türkçedeki “çabuk” kelimesini kullanacağız; Efendimiz (SAV) çabuk yapıyor. Çabuk, doğrunun hızlısıdır, çabuk yapmak doğruyu hızlı yapmaktır. Siz çabuk yapanı seversiniz, acele yapanı değil. Hatta “acele işe şeytan karışır” denir, yani bir yanlışlık olursa o şeytana yüklenir. Az önce de vurguladık, bizim çocuğumuzda suç olmaz, biz yanlış yapmayız. Rabbim yanlışlarımızı hayrlısıyla düzeltir inşâAllah. Acele yapmak çabuk yapmaktan farklıdır, rastgele yapmaktır. Çabuk yapmak önce doğruyu öğrenip sonra o doğruyu hızlandırmaktır ve çok makbuldür. Günümüz sınavlarında da yalnızca doğru yapmak yetmez, doğruyu yapış süresi de önemlidir. Bunu başarana acele yaptı demezler, çabuk yaptı derler. Efendimiz (SAV) de çabuk söylüyor. Peki, âyette neden böyle bir uyarı var? İşte, maalesef bu izah edilirken yanlışlar yapılıyor, o uyarı Efendimiz (SAV)’in beşeri bir davranışına bağlanıyor. Güya Efendimiz (SAV) o beşeri davranışı nedeniyle uyarılmış. Rabbim bize bildiriyor ki öyle değil! O uyarının asıl sebebini bildiriyor. Gün içindeki ve ayetteki acele farklıdır. Ayetteki acele, yaşarken kullandığımız acele mânâsında değildir. Şuradan anlayın: Biz acelenin bir türemişi olan “âcil” kelimesini kullanırız, hastanelerin acili vardır. Biz o acile acele demeyiz, oradaki doktor acele etse faydalı olmaz, çabuk olursa faydalı olur, gevşek davranmaz da çabuk olursa işe yarar. Günlük hayatta acele ve çabuk kelimeleri bazen birbirinin yerine kullanılsa da farklıdır. Doğru mânâyı anladıktan sonra onları birbirinin yerine kullansak da sorun olmaz. Ama doğrusunu iyi anlayalım.
Kıyâmet-20: “Hâyır, bilakis siz aceleyi seversiniz.” Ayet kesret diliyle sesleniyor: Bilakis siz aceleyi seversiniz. Bu acele hemen demektir, siz bir şeyi hemen yapmayı seversiniz, sabırsızsınız deniyor. “Aceleyi seversiniz, öyleyse işlerinizi acele yapın” demiyor, bize acele önerilmiyor. Aceleyi sevdiği için insan hemen olmasını ister, bu nedenle gerekli gereksiz acele eder, bilinçli bilinçsiz acele davranırsınız. Siz peşin olanı (dünyayı) seversiniz. Demek ki acelenin bir mânâsı da dünya! Âhiretle kıyaslandığında dünya peşindir, aceledir. Aceleyi sevmekle ilgili bir mana da bu; dünyayı sevmek! Siz dünyayı/aceleyi öyle seversiniz ki o size âhireti unutturur, “hemen şimdi” dersiniz. Ahirete ait vaat edilenler size çok uzak gelir, hemen olacak şeyleri istersiniz, “Rabbim şimdi hemen ver” dersiniz. “Aceleyi seversiniz” ayetinin devamı Kıyâmet-21’dir: “Ahireti (de) bırakırsınız.” Acele’nin mânâsı iyice anlaşıldı mı? Acele’yi sevene diyor ki: Siz aceleyi sever, ahireti bırakırsınız. Ahireti kim bırakıyor? Dünyayı seven. o zaman “dünyayı sevmek” nedir, bu iyi anlaşılmalıdır. Dünyayı sevmeyecek miyiz? Allah ne yaratmışsa, ne vermişse sevilir. Allah’ın verdiğini, yarattığını sevmek başka şeydir, ona bağlanmak, onunla Allah’ı unutmak mânâsına gelen sevmek başka şey! Yanlış olan budur. Âyet bunun için uyarıyor: Onunla ahireti bırakırsanız, Allah’ı unutursanız bu yanlış. Biz dünyayı severiz, çünkü bizi ahirete hazırlıyor. Dünyadaki hayat olmasa cennet olmaz ki. Dünyayı elbette seveceğiz. O bizim imtihan salonumuz. İmtihana girdiğiniz salonu seveceksiniz ki güzel imtihan çıkarasınız. Ama salonun cazibesi size sınavı/âhireti unutturursa tehlike budur. Hele bir de orayı müstakil zanneder, âhireti de yok zannederseniz… Allah muhafaza eylesin. Aceleyi seven yapısı yüzünden insan tedbiri, ileriye yönelik düşünmeyi, öngörülü olmayı, vizyon sahibi olmayı, düşünmeyi erteler, güzel bir şey için beklemeyi istemez. Aceleyi seven yapıyı kesret diliyle ayetler böyle tanımladı. Onu bir de tevhid diliyle yine ayetlerden görelim:
EN ÖNEMLİ KURAL ŞUDUR:
HEM SEN TERCİH SAHİBİSİN, HEM SENİN
HER ŞEYİNİN HÜKMÜNÜ ALLAH VERMİŞTİR
Enbiyâ-37: “İnsan aceleci yaratılmıştır.” Kesret ve tevhid dilleri için ne kadar güzel bir örnek, elhamdülillah. Dedik ki “dileyen” kelimesinin manasını anlayan kazanır, onu göremeyen kaybeder, cazibesine kapılan da kaybeder. “İnsan aceleci yaratılmıştır” âyetinden bir amel çıkar mı? Hayır. Ancak şöyle bir söz çıkar: Aceleci yaratılmışız, ben ne yapayım? Şunun gibi: Çocuğa yüz lira verip bir şeyler alsın istediniz. Getirdiği size az göründü, “niye fazla almadın yavrum?” dediniz. O da “yüz liraya bu oluyor” dedi. Onun gibi. Bu yüzden, normal hayattaki yaşantı ve konuşmalarla Allah değerlendirilmez, onlarla Allah’a yönelinmez. Enbiya-37 tevhid dilidir, Kıyâmet 20 ve 21. ayetler ise kesret diliyledir. “Hayır, bilakis siz aceleyi sever, ahireti bırakırsınız” âyetinden bir amel çıkıyor. Diyorsunuz ki dünyaya yanlış bağlanmamalıyım, ahireti unutmadan dünyayı değerlendirmeliyim, esas hayat ahirettedir. Ayetten bu dersi ve amelini çıkarıyoruz. Ama Enbiya-37 “İnsan aceleci yaratılmıştır” dediğinde bir amel çıkaramazsınız. Bu tevhid dili. Kur’ân’da bu dillerin ikisi de var, bazen yan yanalar; İnsan-29, 30 veya Nisa-78, 79 gibi. Mesele ikisini tek mânâ olarak anlamaktır. “Dileyen” ifadesini anlayan kazanır dedik. Onu anlamakta en önemli kural şudur: Hem sen tercih sahibisin, hem senin her şeyinin hükmünü Allah vermiştir, ikisini beraber anlayacağız, ikisini beraber uygulayacağız. İkisini tek cümle yapacağız, ayrı cümleler değil. Tek cümle yaparsanız tezat olmaz. Kur’ân’da kesret ve tevhid cümleleri, bizim anlayabilmemiz için ayrı ayrıdır, bu nüansı anlayamayanlar oraları tezat zanneder. Örneğin Enbiya-37’yi okur, insan aceleci yaratılmıştır. Sonra kişi Kıyâmet-20’yi okur; burada “siz aceleyi seversiniz” denir. Anlayamayan ne yapar? “Öyle yaratırsan tabi severler” deyip yanlış algıya düşer. Hiç öyle değil. Bu bakış, bu yorum bilmeyenin işidir. Bu iki cümlenin tek mânâ olduğunu bilmeyen, onları ayrı gören zihinler tezat var zanneder. Tekrar edeyim. Enbiya-37 ve Kıyâmet-20’yi, yani Allah’ın ‘insan aceleci yaratılmıştır’ hükmü ile insanın tercihini anlatan ‘bilakis siz aceleyi seversiniz’ cümleleri dünyanın hiç bir dilinde tek cümle halinde bulunmaz. O mana ancak cennet dilinde tek cümledir. Biz ancak bu iki cümleyi tek mânâ yapabiliriz ki çok önemlidir. Tek mânâ yapmayı öğrenmek cennet dilini öğrenmeye başlamaktır. Bazı yerlere “İngilizce bilmeyen giremez” yazarlar. Cennete girme şartlarından birisi cennet dilini bilmektir ve cennet dili böyle öğrenilir, Kur’ân’dan öğrenilir, kursa gidilmez, öyle bir dil kursu yoktur. Ulûhiyet dilini ve kesret dilini anlayabilmek onları tek mânâ yapabilmekten geçer. Bunları tek mânâ yapabildiğinde kişi nefs yolunda çok hızlı ilerler ve çok şey kazanır. Çünkü onun dilini öğrendi. Dilimizin konuşulmadığı bir pazara girsek, biz bir kilo patates alana kadar dili bilen filesini doldurur çıkar. Sırf dili bildiği için. Biz bu dünya pazarında âhiret alış verişi yapıyoruz, dili bilmezsek alış veriş yapamayız, yanlış malları toplarız. Oraya gidince de derler ki bunlar ahirette olmaz. Ama dili bilirseniz, sepeti ahiret rızkıyla kısa sürede doldurursunuz…
KUR’ÂN BİZE “HAYAT TARZINIZ İÇİN
MODELİNİZ RASÛLULLAH’TIR, EN GÜZEL ÖRNEK, ÜSVE-İ HASENE O’DUR” BUYURUYOR
İncelemekte olduğumuz “acele”ye gelelim. Âyet, Efendimiz (SAV)’e “dilini acele ettirme” demişti. Âyeti yorumlayanlar, Efendimiz (SAV)’i beşeri davrandığı için uyarıldı sanıyorlar. Değil, haşa, hiç değil. Uyarı şunun için: Biz Efendimiz (SAV)’i örnek alırız, değil mi? Kur’ân bize “hayat tarzınız için modeliniz Rasûlullah’tır, en güzel örnek, üsve-i hasene O’dur” buyuruyor. Kur’ân böyle söylüyor, dolayısıyla biz O’nu örnek alırız. Bu yüzden, O’nun her davranışı, her sözü, her duyup da tasdik ettiği, her duyup da reddettiği, ne varsa hepsi bizim için O’nun Sünneti kapsamına girmiştir. Eğer Efendimiz (SAV)’in bu çabuk yapmasını biz Kıyâmet 20, 21 ve Enbiya 37. ayetlerde belirtilenler çerçevesindeki yapımızla görüp “demek böyle yapılıyor” dersek, acele etmek yapımıza çok uygun olduğu için Kur’ân okurken acele ederiz; sünnet diye! Efendimiz (SAV) işin aslını bilen olduğu için, doğruyu çabuk, hızlı yapan olduğu için ve orada bütün öncelik vahiyle ilgili olduğu için doğruyu yapıyor. Fakat biz öyle değiliz, bu yüzden orada biz uyarılıyoruz: Îmanlılar senin bu hâlini görünce senin şu an ne yaptığını anlayamazlar da yanılırlar, çabuk yapma ki oradan aceleyi almasınlar. Onların yapıları aceleye uygun, aceleyi severler, diğer davranışlarından önce, yapılarına uygun olan bu aceleyi alırlar, “acele sünnettir” sanmasınlar diye uyarıyoruz. Fark ettiniz mi? Efendimiz bir hata yapıyor da uyarılıyor değil. O’nu izlerken biz hataya düşmeyelim diye, biz onu sünnet zannetmeyelim diye, sünnet diye olmadık yerlerde “acele” uygulamayalım diye, böylece dünyayı daha çok sevmeyelim diye uyarılıyoruz. Bu hataya düşenler var. Bu hataya yahudiler düşmüştür, onlar kadar dünyayı seven olmaz. Bu sebepten uyarılıyoruz…

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER