Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

Edep; Ya Hu – 89

Sevap kazanmayı, nur elde etmeyi çok arzularız ama sizdeki sevap sayar, nur sayar, kişinin algısı Billâhi olunca çalışır. DûniHi algıda ne yaparsak yapalım sevap yok, orada “nar sayar” devrede… “Nur sayar” ancak Billâhi algıda çalışır. DûniHi algıda nur sayacı çalışmaz, orada diğer sayaç devrededir. Peki, iyi insan olarak yapılanlar, iyi insanların yaptıkları ne olacak?
Bir kişi dûniHi algıda ve iyi işler yapıyorsa yani iyi kul değil de iyi insan ise, o belki cehennemde rahat bir yer edinebilir; yani dûniHi idrakla iyi işler yapıyorsa, cehennemde o kişinin nispeten rahat bir yeri olabilir ama cennete gidemez. Cennet şartı Billâhi idraktır ve bu idraka uygun amel yapmış olmaktır. İyi insan bile olsa Allah’a küfür halinde olana (duniHİ algıda yaşayana) cennet haram kılınmıştır, bu yüzden dûniHi algıda sevap çalışmıyor. O mekanizma Billâhi algıyla birlikte çalışmaya başlıyor. Günah ve sevap nedir bunları da tanımlamak gerekiyor tabi. Bu noktada günah ve sevap şöyle tanımlanabilir: Siz neyi dûniHi idrakla yapmışsanız o günahtır, o sizin için ahirette pişmanlık ve azaba dönüşecektir. Neyi dûniHi algıdan sıyrılarak yapmışsanız o da sevaptır ve o yapılanlar en az on katıyla sevaba dönüşecektir. Elbette tüm bunları hep ayetlerden öğreniyoruz:
“Kim hasene ile gelirse ona onun on misli vardır. Kim de seyyie ile gelirse, ancak onun misli ile cezalandırılır. Onlar zulme uğratılmazlar.” (En’am-160)
Hasene ile yani Billahi manada iman ile gelmiş olanların zulme uğratılmayacaklarını bu ayetten öğrendik, peki duniHİ algıyla yaşayanın, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” diyen insanın akıbeti nasıl acaba?
“Müstakilen varım ve muhtarım” iddiası, yaşarken itibar ve kuvvet oluşturabilmek için gereken yarışı, savaşı, hırsı, tatmini ve zemini hazırlamaktadır. Bu yüzden “müstakilen varım ve muhtarım” iddiası dûniHi algıyı benimseyen insanın namusu gibidir. Bu kişi bu yüzden dûniHi algının zannlarıyla kendisine göre elde ettiği kazanımların cimrisidir. DûniHi algıdaki kişi “müstakilen varım ve muhtarım; aklım, iradem bedenim müstakil; ben istediğimi yaparım” iddiasındadır. Bu algısıyla kazandıklarının cimrisidir; bu algının yaşantısı cimriliktir. Cömertlik Billâhi algı ile olur, dûniHi algı Kur’an’ın cömertlik dediğini yaşayamaz. DuniHi dünyanın “cömertlik” dediği şeylerin mutlaka Allah’a karşı cimrilik içeren bir noktaya gelip dayandığını görürsünüz. Bu yüzden, duniHİ algıyla yaşayanlar her şeyini verse de cimridir. Kişi her şeyini verebilir ama bu veriş kendi tatmini içindir: Veren kişiyim! Ona “senin asıl vermen gereken şu: Sen dünyaya gelirken Allah sana Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi verdi, o yetkiyi sahibine vermelisin” derseniz, “onu vermem, çünkü ben müstakilen varım ve muhtarım” der. Oysa bu kişi eğer cömert bilinen biriyse tüm malını vermiştir, cesur ve kahraman birisiyse savaşta canını verecektir ama o yetkiyi, o emaneti vermez.
Hadislerde sahabeden bir zatın şehadet hikâyesi rivayet edilir. Şehit düşmüştür, bir süre geçmiştir ama henüz “şehit” kabul edilmemiştir. Oysa görünüşte şehit… Bir süre sonra Efendimiz (SAV) “şehitliği kabul oldu” buyurur. Fark ettiniz mi, ta ki bunu (kendisine verilen Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini) verecek! O yetkiyi Allah’tan alıp sonra da “muhtar” diye etiketlediyse o etiketi söküp verecek. O yetkiyi sahibine vermeden (cennet) olmaz!
Gerçek cömert, Allah ona ne vermişse onu Allah için infak edendir. Gerçek cimri ise Allah’tan aldığını Allah için vermeyendir. Cimri olan dûniHi algıda kazandıklarının cimrisidir. Bu yüzden, Allah’tan aldığı yetkiyi sahiplenerek oluşturduğu “müstakilen varım ve muhtarım” duygusu onun namusu gibidir, müstakilliğini vermez, o yetki elinden gidecek diye ödü kopar. Bu bir inanan için değil, normal yaşantıdakiler için böyledir. Zaten dûniHi algı hayat tarzında bu iddiası yoksa kişinin değeri yoktur. Dışarıda öyle bir sistem kurulu ki eğer sizin “müstakilen varım ve muhtarım” iddianız yoksa o yaşantıda değeriniz yoktur. Hatta o iddiaya sımsıkı sarılmamışsanız dûniHİ yaşantıda sizi adamdan saymazlar. Orada işler “itibar” için yapılır; itibarlı olabilmek için de bu duyguya sıkı sarılmanız ve o duygunuzu yani küfrünüzü korumanız ve yükseltmeniz lazım. Çünkü sistem bu iddia üzerine kuruludur. DûniHİ algıdaki kişi hastalıklarını bile bu iddiaya sahip çıkarak, yani küfrünü kuvvetlendirerek yener. Kişi tıbbın çaresiz kaldığı bir alanda, bir noktada “müstakilen varım ve muhtarım” enerjisine sahip çıkarak hastalığı yenmişse iddiasının önemine ve kuvvetine daha çok inanır. Özgüveniyle başardığını düşünüp “Nasıl Yendim?” diye küfür içerikli kitaplar yazanları görmüşsünüzdür. İşin diğer bir yanı da şu ki, iyileşmeseydi o kitabı yazamayacaktı, neden iyileşti acaba? Demek ki bazı iyileşmeler günah torbasına eklenmesi gerekenler olduğu için, iyileşip torbayı doldursun diyedir… Olanı Allah’tan bilmemek o kadar tehlikelidir ki… Kişi eğer sağlığına “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasıyla kavuşmuşsa, kavuştuğu o sağlığıyla hayata daha büyük günahlar için dönüyor…
“Nefsler cimriliğe (hırsa, kıskançlığa) hazır hale getirilmiştir.” (Nisa-128)
“De ki; Rabbimin rahmet hazinesine sahip olsaydınız, harcanır tükenir korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsan çok cimridir (eli sıkıdır).” (İsra-100)
Ayetlerdeki bütün bu gerçeklere rağmen inkârcılar, iddialarının ve hayat tarzlarının doğruluğuna ve mükemmelliğine o kadar inanırlar ki onların bu halini Kur’an şöyle açıklamaktadır:
“Sâd. Öğüt veren Kur’ân’a yemin ederim ki; inkâr edenler (iddia ettiklerinin) aksine bir gurur ve tefrika (karşılıklı didişme) içerisindedirler.” (Sâd Suresi 1, 2)
İnkârcılar kendilerine izzet (müstakilliğe dayandırdıkları bir itibar ve muhtar olduğunu düşündükleri bir kuvvet) vehmetmiş, bu müstakil izzet iddialarıyla Hakk’a ters düşmüşlerdir. Bu ters düşüşün akıbeti ise şöyle anlatılır:
“(Zebaniler der ki): Tat bakalım (azabı)! Hani sen, kendince Aziyzül Keriym (üstün ve şerefli) idin.” (Duhan-49)
“Tat şimdi azabı, yaşa şimdi onu… Hani sen yaşarken çok itibarlı, çok mevkili, çok şerefliydin” diyerek ona dünyadaki dûniHİ iddiasını (bu iddia ile oluşturdukları zannları) hatırlatırlar. Görüldüğü üzere, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” sanışla oluşturdukları izzet ve hayat tarzı ahirette zıt olmuş, pişmanlık ve azaba dönüşmüştür. Çünkü izzet Allah’ındır. Böyle olmasına rağmen, haddi aşan ve âsi olan inkârcı dûniHİ algıyla kendisini müstakil izzet sahibi ilan etmiştir. Oysa ayetler uyarmaktadır:
“Muhakkak ki; izzet bütünüyle Allah’ındır.” (Nisa-139) “Kibriya (Benlik) semavatta ve arzda O’na aittir. O Aziyzül Hakiym’dir.” (Casiye-37)
Bu âyetler vesilesiyle soralım: İnsanda izzet yok mu? Elbette var. Dikkat edin ve âyetleri Billâhi manada anlayın. Kur’ân’ın beyan ettiği manalar dışındaki anlamlar tehlikelidir. “İzzet bütünüyle Allah’ındır” âyetini duyunca veya “Kibriya (Benlik) semavatta ve arzda O’na aittir, O Aziyzül Hakiym’dir” hitabını işitince manayı anlayamayıp “BEN” demekten utanmayın, korkmayın…

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER