Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

Edep; Ya Hu – 84

Bir insan düşünün ki Allah’ı hiç tanımıyor veya Allah’ın varlığını, O’nun Ehad ve Samed oluşunu duyup inkâr ediyor ya da Allah’a inandığını söyleyip mümkün olduğunca da kurallara uyuyor, eğer o kişi “Ben müstakilen varım ve muhtarım” zannıyla yaşıyorsa, Kur’an’ın tanımlamasıyla o insan “Mütekebbir”dir. Mütekebbirliği insanın kendini üstün görme gayreti sanmak, Kur’an’ın mütekebbir dediği insanı beşeri vasıflandırmalarla sınırlamaya, konuyu esas mânâdan uzaklaştırmaya sebep olur. Kur’an’ın mütekebbir dediği insan Allah’a karşı “Ben de müstakilen varım ve muhtarım” diyendir. Bu bir iddiadır, bir zanndır. Bu iddiadaki kişinin özelliğidir ki Allah’ın emirlerine ve yarattıklarına edepsiz bir kıyasla yaklaşır; bu tuzağa da özellikle müslümanlar düşer. Bu durumu fark edebileceğimiz bir kavram var: Ğıll. Mütekebbirliği “Ğıll” kelimesi üzerinden, ğıll ile yapılan kıyasla da ele alalım. Yaratılanlara kıyasla bakması kişinin kendisini kandırmasıdır. Mesela, “ben iyiyim, ben güzel salât ikame ediyorum, ben bu konuları iyi biliyorum” gibi düşünce ve yaklaşımlar hep insanın kendisini “Allah ile” kandırmasıdır. Hele de bir müslümana karşı “müstakilen varım ve muhtarım” duygusuyla böyle bir kıyasla bakmak, Allah’a karşı “varım ve muhtarım” demekle aynıdır. Kur’ân açısından böyledir…
Mütekebbirlik ve kibriya göstermek hallerini karıştırmamak lazım. DûniHİ algıyla değil de Billâhi kapsamda olmak kaydıyla, yaşantıda dûniHİ olanlara “Kibriya” göstermek çok ayrı ve özel bir konu olup sadaka hükmündedir. O tavır başka bir görevdir ve “mütekebbir” hal ile anlatılandan ayrıdır. Yazılarımızda öncelik, birisine nasıl davranacağımızdan çok kendimizi düzeltmeye çalışmak olduğu için “kibriya” gösterme konusuna girmiyoruz. Ama bir cümle de olsa şunu söyleyelim ki Hakk olan bilinsin: Dûnillah’a karşı Billâhi’yi temsil ederken Billâhi anlamın kula tanıdığı Kibriya’yı göstermemek İslâm’a haksızlıktır. O yapılmazsa İslâm’a haksızlık yapmış olursunuz. O bir duruştur ve o duruşa sadaka sevabı verildiğini bildiren hadis vardır. Ama o hal bizim ele almakta olduğumuz “mütekebbirlik” konusunun dışındadır.
Fark ettik ve öğrendik ki mütekebbir olmak Allah gibi “BEN” demektir, “ben de müstakilen varım ve muhtarım” demektir, “ben de ilahım” deyip Allah’ın “BEN” demesinden bize öğrettiği “BEN”i alıp ona sahip çıkmak ve Allah’ın dünu/dışı var sanıp müstakillik etiketi yapıştırmaktır. Kur’an’da anlatılan “mütekebbir” kişi esasen Allah’a bu etiketle bakandır. Şimdi düşünün ki bir kişi bu halde olduğunu fark etmemiş, bu etiketiyle İslam anlatıyor. “Allah’ın dışında ben de varım ve müstakilim” etiketiyle Allah anlatılırsa olmaz, Kur’ân okunuyorsa da olmaz! Allah’a böyle (müstakilen varım ve muhtarım idrakıyla) inanış ve bakış Kur’an’a göre mütekebbirliktir.
Bu noktayı biraz halledecek gibi olursa bir müslümanın düşeceği bir tuzak başlar. Bu tuzak, Allah’ın yarattıklarına kıyaslar tarzda yaklaşmaktır, onlara bir mevki oluşturur tarzda bakmaktır. Bu durumda o kişi müslüman da olsa onda hala mütekebbirlik kırıntıları var demektir. Bir müslüman olarak bu noktayı önemsemeliyiz. Ayetler bu yüzden bize hep bu idrakla yaşayanı yani mütekebbiri anlatır. Kur’an bu mütekebbiri Saffat Sûresi ile şöyle anlatır:
Saffat-35: “Onlara “Lâ ilâhe illallah” denildiğinde müstekbir davrandılar.”
Bu âyeti siz eğer hayatınızda uygulamak, onunla bir amel oluşturmak için okuyorsanız bu mealden ne anlarsınız? Ayetten bir ders çıkarmak için okuyan talib, bu ayeti konuya “kibirli insan” bakışıyla yaklaşan bir meâlden okuyorsa âyeti anlayamaz. Biz şimdi anlamak üzere âyete şöyle bakalım: Onlara (mevzuyu anlayamayanlara, kâfirlere) Allah dışında müstakilen var ve muhtar bir varlık yoktur. İddia ettiğiniz var’a siz ilâh deseniz bile ancak Allah” denildiğinde, onlar müstekbir davrandılar (dûniHİ algı ile yaklaşıp “hayır, biz de müstakilen varız ve muhtarız” idrakıyla karşılık verdiler). “La ilahe illallah” davetine böyle cevap veren mütekebbir/müstekbir yapının ilk örneğinin şeytan olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz:
“İblis müstesna; o müstekbir davrandı ve kâfirlerden oldu.” (Sâd-74)
“Âdem’e secde edin” denildiğinde melekler hepsi secde etti, ancak İblis… O “Ben müstakilen varım ve muhtarım, ne yapacağıma kendim karar veririm” mânâsında davrandı. Allah ona “Âdem’e secde et” dediğinde “semi’nâ ve eta’nâ; işittik ve itaat ettik” demedi. Lütfen dikkat edin ve şeytan vasfı nedir, tanıyın! İblis cin taifesinden ve vasfı ise şeytanlık! Onda “şeytanlık” görevi için gerekli olan vasfı tanıyalım ki o duruma düşmeyelim!
Ayetten anlıyoruz ki şeytanlık aslında Allah’a karşı “semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik” dememektir. Bu ayetle Rabbimiz imanlılara öğüt veriyor: Siz ona benzemeyin, “işittik ve itaat ettik” deyin. Billahi idrakla “semi’na ve eta’na” demişseniz noksan yapmış olsanız da affedeceğim. Yeter ki “semi’nâ ve eta’nâ” deyin. Öyleyse, elimizde fırsat varken “işittik ve itaat ettik” diyelim inşaAllah.
Burada önerilen aslında bir hayat tarzıdır, “semi’nâ ve eta’nâ deyin” cümlesi bize bir hayat tarzı öneriyor. Kendisine yapılan öneri karşısında şeytan; “ben müstakilen varım ve muhtarım, ne yapacağıma ben müstakil ve muhtar olarak karar veririm” diyerek kendisine önerilen hayat tarzını reddediyor ve bu mânâda davranıyor. İblis böyle davrandı ve Allah’a ait vasıfları (müstakilen var ve muhtar Allah’tırı, O’nun VahidülEhad, Ehadüs-Samed oluşunu) inkâr etti. Böylece ilk mütekebbir ve müstekbir o oldu, bu konuda ilk örnek oldu.
Mütekebbirlik göstergesi olan çok önemli bir kavram var, şimdi onunla devam edelim: ĞILL. DûniHİ algı ile ürettiği zannlarla “ben müstakilen varım ve muhtarım” diyen mütekebbir insanın temel özelliklerindendir ki onda, sadrında “Ğıll” hâkimdir. Bu özellik nedeniyledir ki o Efendimiz (SAV)’in insanlığa duyurduğu ve açıkladığı Allah’tan, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine uygun şekilde Allah’a (Billahi idrakla) inananlardan, İndellahtaki din olan İslâm’dan ve ona bunları hatırlatan her şeyden nefret eder… DuniHİ algıdaki insanın şöyle bir özelliği vardır: DûniHİ algıyı benimsemiş ve hayat tarzı yapmış insan, hayatında bir başka şeye belki düniHi algısı ile ürettiği zannlar kadar kuvvetli inanmaz. İşte bu sebeple, yani dûniHİ algı sonucu ürettiği zannlara çok kuvvetle inanarak ve onları kuvvetle savunarak Allah’tan nefret eder; özellikle İhlâs Sûresi’nde anlatılan Allah vasıflarından nefret eder. Bu kişi, “Lâ ilâhe illallah” deyip İslam’a yaklaşanlardan da nefret eder, İslam Dini’nin anlattıklarından da nefret eder. Bu öyle bir nefrettir ki ona bunları hatırlatacak şeylerden de nefret eder. Bir insanın bir hâli, bir özelliği ona Allah’ı hatırlatıyorsa, tanısın tanımasın ondan nefret eder. Kendisindeki dûniHİ algının ve duniHİ algıya dayalı hayat tarzının getirdiği bu nefreti kişi engelleyemez ve ondan kurtulamaz. Bu nefrete Kur’ân geniş mânâda “Ğıll” demiş ve Ğıll ile yaşayanları bize şöyle anlatmıştır:
“Hayır! Onlar azgınlık (haddi aşmışlık ve) nefrette direnip durmaktadırlar.” (Mülk-21)
“Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıp çullanacaklar…” (Hac-72)
DûniHİ algıdakiler ellerinde olmadan böyledir ve onların bu halden kurtuluşları da yoktur. İkna edilerek de bu halden kurtulamazlar. Eğer bulundukları ortamda İslâm değil de başka şeyler anlatılıyorsa dûniHİ algıdaki bireyler, gruplar, topluluklar, toplumlar birbiri ile hemen anlaşırlar. Ama İslâm anlatılıyorsa ğıll kökenli nefret hemen ortaya çıkar, İslam’ın anlatılmasından, hatırlatılmasından hoşlanmazlar ve çok üzücüdür ki onlar bu duygularından kurtulamazlar da… Anlatmaya ve ikna etmeye çalışmakla bu huyları değişmez; dûnillah algıdan kurtulmadıkça, “Âmentü Billâhi” demedikçe bu özelliklerinden kurtulamazlar. Dûnillah algının yapışık vasfı, onun mütemmim cüzü “ğıll” denilen nefrettir. Ğıll ile yaşadığı sürece kişi mutlaka Allah’tan nefret edecektir… Allah’tan ve Allah’ı hatırlatan her şeyden nefret! Ayetler böyle söylüyor. Oysa Kur’ân bize şöyle öğüt veriyor:
“Kim Allah’ın şeâir’ine (Allah’ın alametlerine, Tevhid’e) ta’zim ederse (hürmet ederse) muhakkak ki o kalblerin takvasındandır.” (Hac-32)
Ama esfele sâfiliyn özellikli insanda onun ahseni takviym özellikli kalbinin etrafını bir kılıf olarak kaplayan “ğıll”, ahseni takviym hâlin (kalbin) insanla ilişkisini keser ve kalb esfele safiliyn yapının esareti altında tamamen “ğıll”miş gibi çalışır. Beyin kalbteki fuaddan ğıll emirleri alır ve sadrdan ğıll özellikli duygu, düşünce ve fiiller yayılır. Böylece insan, Allah’a şükredebilme lütfundan mahrum bir zavallı olur. Bizleri muhafaza buyur Allahım…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER