Edep Ya Hu – 145

Günlük yaşantıda ilahlık hissiyatı ile yaşayan mütekebbir yapının yani tanrılık iddiasındaki esfele safiliyn yapının, küfrün, şirkin bizde platformunu oluşturan iki önemli şeyi fark etmeliyiz: Cinsellik ve öfke. Öncelikle öfke, çünkü onu fark eder de izlerseniz çok şey öğrenirsiniz. Önce öfkenin doğru-yanlış mücadelesi başlamalıdır, mutlaka, öfkelendim mi öfkelenmedim mi? Öfkelenince öfkeyi yutmanın Allah indinde en değerli [&hellip]

Günlük yaşantıda ilahlık hissiyatı ile yaşayan mütekebbir yapının yani tanrılık iddiasındaki esfele safiliyn yapının, küfrün, şirkin bizde platformunu oluşturan iki önemli şeyi fark etmeliyiz: Cinsellik ve öfke. Öncelikle öfke, çünkü onu fark eder de izlerseniz çok şey öğrenirsiniz. Önce öfkenin doğru-yanlış mücadelesi başlamalıdır, mutlaka, öfkelendim mi öfkelenmedim mi? Öfkelenince öfkeyi yutmanın Allah indinde en değerli yudum olduğunu Efendimiz (SAV) öğretiyor: “Size en değerli yudumu söyleyeyim mi?” dediğinde “ya Rasulallah, öğret bize” diyorlar. Buyuruyor: “Öfkelendiğin zaman öfkeni yutmaktır.” Tabi bunu yapmak için öfkeleniyor olmak lazım. Bu hadis farzı yerine getirebilmemiz için teşviktir. Daha iyisini, daha ilerisini yani nafileyi değil! Kişi bu işi halletmişse, öfkelenmiyorsa ne yutacak? İşte o zaman da “daha iyisini” aramaya başlar ve yaşadığı hayrlı gelişmeleri kendinde öyle izler ki… Mesela, “ben bu ilimle, bu Rahmani olaylarla tanışmadan önce nasıl öfkelenirdim” der. Ama bu bir antidepresan işi değildir, şu ilacı almadan önce çok öfkeleniyordum, şimdi öfkelenmiyorum değil. Bir ilaçla veya bir tedavi ile baskılama değil, anlatmaya çalıştığımız şey. Nedir? Bizzat öfkelenmekten kurtulmaktır. Neye öfkelenirseniz öfkelenin, o öfkenin bizzat Allah’a olduğunu fark etmektir. Sözünü ettiğimiz öfke, esfele safiliyn yapının, ilahlık hissiyatı ile duniHİ algıda yaşayanın öfkesidir. Billahi iman ile yani Allah ahlakıyla, ihlâsla yaşayan da öfkelenir. Ama onun öfkesini duniHİ yapıda yaşayanların anlaması mümkün değildir, biz henüz o öfkeyi konuşmuyoruz. Esfele safiliyn yapı ile yaşarken öfkelenmenin Allah’ın emirleriyle didişmek olduğunu, öfkelendiğiniz kimse ve olayın da Allah’ın emri olduğunu fark etmeye çalışıyoruz. Aslında öfkelenmekle Allah’la kavga ettiğinizi bilseniz yani kalbiniz, fuadınız size bunu gösterse öfkelenemez ve bu farzı yerine getirirsiniz. Sonra da “daha iyisi ne?” arayışı başlar ve siz daha iyisini, daha ilerisini ararsınız. Daha iyisini aramaya başlayan nafileyle meşgul olandır; farzdan sonra nafile başlıyor, farz tamamlanmadan, farz tam olmadan nafile olmuyor. Hayatın içinden basit bir örnekle kavramaya çalışalım ama sonra örneği zihnimizde yok edelim.
Bir markete gittiniz ki toz şekeri tartıp veriyorlar, “5 kg şeker alabilir miyim” dediniz. Eskiden şimdiki gibi marketler, paketler yoktu, gider bakkaldan tarttırır alırdık. İbreli teraziler yeni çıkmıştı. İbreli terazinin teknolojisi yeni olduğu için ibre dikkatimizi çeker, o ibreye bakardık, çünkü o bizim için yeni. Tartıların kimi kollu idi, “5 kg” için kolu büker 5’e getirir, 5 kg şeker koyunca ibre 5’e gelir. Biz 5 kg şeker istedik, kişi tartıyor. Onun tam 5 kg tartması farzın örneğidir, ibre 5’i gösterdi mi farz tamamdır. Çünkü 5 kg istedik, ücretini öyle ödeyeceğiz. Tartan kişi bir iki gram fazla tartsa seviniriz. Halbuki 5 kg şekerde bir iki gramın ne önemi var? Ama ibrenin azıcık geçmesi bizi sevindirir. Veya 5 kilograma tam gelmedi, bir iki gram eksik tartsa bu sefer üzülürüz. Oysa altı üstü bir tatlı kaşığı şeker, eksik olsa ne olur ki. Ama yüzünüz değişir; “ne adam be, nelere tamah ediyor” diye düşünürüz. O görüntü, o düşünce bizi günlerce meşgul eder. Niye? 5 kilogramı tam almadık diye. Bu duygu nereden gelir biliyor musunuz? Nereden bu duygu, bu bize nereden geliyor? Bu, biraz önceki hadisi kudsinin duygusu işte. Orada Rabbimiz buyurdu ki; “farzları tam olursa ondan hoşlanırım ve iki üç gram da fazla olursa sevinirim”. İşte bak siz de öylesiniz. 5 kilogramlık koca torbada bir kaşık fazla şekere seviniyorsunuz, “ne iyi adam be, gözü tok, gördün mü bak şekeri fazla verdi” diyorsunuz. Ama aksine de üzülüyor, razı olmuyorsunuz…
Şuna dikkat edelim, şekeri tartanın o fazlayı verebilmesi için önce beş kilogramı tamamlaması lazım, farz olan o. Farz bitmeden nafilenin olmayacağı anlaşıldı mı? Şimdi, bahsettiğimiz bu davranışı salât kabul edin, farzları yerine getirmişseniz o tamamdır. Sonra “daha iyisi nedir, acaba daha ne yapabilirim?” derseniz karşına Efendimiz (SAV)in sünnetleri çıkar. Vakit sünnetlerini yapıyorsunuz ama “daha iyisi nedir?” diyorsanız bu sefer karşınıza işrak çıkar, kuşluk çıkar, önemli gecelerdeki sünnetler çıkar… Bunları yapmasanız da olur. Ama siz farzı tamamladınız, “daha iyisi ne?” çalışması yapıyorsunuz, iş değişti. Çünkü “kulum bana yaklaşır ve ben onu severim” hitabına nail olmak, onun muhatabı olmak istiyorsunuz. Bunu salâtlarınızda ve oruçta yapabilirsiniz, başka işlerinizde de. Ama artık biliyoruz ki, her halin farzı sonra nafilesi vardır, ama bunu uygularken çok önemli prensip şudur: Mutlaka, kişi “kendine göre bir orta yol” tespit etmelidir. Herkesin orta yolu farklıdır, yapısına göredir. Eğer ilerlerken aşırı bir “daha iyi ne yaparım?” duygusuna kapılırsa kişi farzlardan da perdelenebilir. Bu yüzden, makbul olan “az da olsa devamlı yapılan” ibadetlerdir. Devamlı yapılan, sürdürülebilir olan doğrular makbuldür. Bu yüzden, her olayda ve her davranışta nafileleri uygularken, davranışların her birine ait “orta yol” her kişi için farklı olduğundan, kendi sürdürülebilirliğinizi sizin kendinizin tespit etmeniz önemlidir. O davranış için kendi orta yolunuzu tespit edip, nafileleri o orta yol içerisinde yapmak faydalıdır.
Ve çok önemlidir ki nafile ile birlikte bir şey başlar: TAKVA. Takva nafilelerle başlar, kişiyi takva ehli yapan nafilelerdir. Farzdan sonra nafile, nafileyle birlikte takva… Hucurat 13. ayet buna, bu takvaya işarettir: İnsanlar eşittir ancak takvaca ayrılırlar. Dolayısıyla ayetten anlıyoruz ki: Olmazsa olmaz olanı yani şart olanı yapıncaya kadar insanlar (inananlar) aynıdır. Ancak sonra müminler daha iyisini yaparken takva olarak ayrılırlar…

Bakmadan Geçme