'Dinin 'ihsan' boyutunu hiç düşünmeden yaşıyoruz'
17 Aralık, Hz. Mevlanâ'nın Vuslat gecesi, yurdumuzun birçok yerinde coşkulu törenlerle anılıyor. Uzun yıllar öğretmen olarak görev yaptıktan sonra Afyonkarahisar Mevlevihane Müzesi'nin kuruluş sürecinde hizmeti bulunan Lokman Derya Solmaz, ile bu anlamlı güne binaen Tasavvuf Geleneği, Mevlevilik Kültürü ve Afyonkarahisar Mevlevihanesi hakkında bir söyleşide bulunduk. İşte Lokman Derya Solmaz'ın Gazeteniz Kocatepe ile yaptığı söyleşi:Ali Fuat [&hellip]
17 Aralık, Hz. Mevlanâ’nın Vuslat gecesi, yurdumuzun birçok yerinde coşkulu törenlerle anılıyor. Uzun yıllar öğretmen olarak görev yaptıktan sonra Afyonkarahisar Mevlevihane Müzesi’nin kuruluş sürecinde hizmeti bulunan Lokman Derya Solmaz, ile bu anlamlı güne binaen Tasavvuf Geleneği, Mevlevilik Kültürü ve Afyonkarahisar Mevlevihanesi hakkında bir söyleşide bulunduk. İşte Lokman Derya Solmaz’ın Gazeteniz Kocatepe ile yaptığı söyleşi:
Ali Fuat GÜÇLÜER: Hocam benim de ortaokul dönemimde öğretmenliğimi yaptınız, uzun yıllar Afyonkarahisar’da bulundunuz. Şimdi Konya’da çalışma hayatınıza devam ediyorsunuz. Afyonkarahisar’ı bize nasıl özetlersiniz?
Lokman Derya SOLMAZ: “Doğduğun yer değil doyduğun yer” derler. Ben bu doygunluğu gönül ile alakalı düşünüyorum. Başka memleketlerde de ekmek-su var. Eyvallah. Allah bize Afyonkarahisar’da ekmek-su nasip etti, inşallah hakkını öderiz. Fakat asıl olan, gönlün doyması. Afyonkarahisar Mevlevihanesi’nde yaşadığım güzellikler, gönül açlığımın giderilmesinde önemli bir mekan oldu. Bu anlamda Afyonkarahisar, “Büyükşehir” kimliği taşıyor bence. Büyükşehirler, nüfus ile tanımlanır, anlayış bu şekildedir. Bir şehrin hakiki manada büyüklüğü, içinde barındırdığı büyük zatların kimliği ile gerçekleşir. Bu topraklarda Sultan Divani Hazretleri’nin bulunması, Afyonkarahisar’ı hakiki anlamda büyükşehir yapıyor. Ayrıca yakın tarihimizin en önemli vatan toprağı Afyonkarahisar. Varoluşumuz için şahlandığımız ve Zafer’i Kocatepe’den ilan ettiğimiz yer Afyonkarahisar. Yani şehitler diyarı.
GÜÇLÜER: Mevlevihane ile gönül bağınız ne zaman başladı?
SOLMAZ: 1996 yılının Eylül ayında, Afyonkarahisar’da öğretmen olarak başladıktan birkaç gün sonra yolum Mevlevihane’ye düştü. Tabii bu bir tesadüf değildi. Bu mahallenin tarihi ve manevi havasını hissetmemek mümkün değil. Mevlevihane’den içeri girince zaten buradaki akımın voltajı kendini hissettiriyor. Modern insan buna ambiyans diyor. İçerideki kabirlerden birisinin de Muğlalı İbrahim Şahidi Dede’ye ait olduğunu görünce daha da duygulandım. Malumunuz memleketim Muğla. Muğla’da büyüdüğüm mahalle, Muğla Mevlevihanesi’nin bulunduğu yer. Aynı zamanda Şahidî Dede’nin kabri de orada.
GÜÇLÜER: Restorasyondan önceki zamanlarda ziyarete geldiğiniz Mevlevihane ile, burada görev yaptığınız günlerdeki Mevlevihane arasında ne gibi farklar vardı?
SOLMAZ: Bu mekanın maneviyatının ne kadar farklı ve canlı olduğunu görev yaparken Hakka’lyakîn yaşadım. Bir cumartesi bahçeye oturup, ziyaretçileri gözlemlersek, ortaya şu çıkıyor. Ülkemizin bütün simaları, her renkten insan manzarası burada. Öğrencisi-hocası, zengini-garibanı, işçisi-patronu, sanatçısı- esnafı… Adeta bu Dergah’ın bahçesi, bizim kimlik kartımız gibi. Görünüşte çokluk var gibi fakat sonuçta vahdet tezahür ediyor. Buradan da şu gerçeklik ortaya çıkıyor; “Eğer biz dünyaya bir şey söyleyeceksek, bu da Hz. Mevlana’nın şahsiyeti üzerinden olacaktır.” Kendisinin de ifade buyurduğu gibi, “Ben bir pergel gibiyim. Bir ayağım İslam’da sabit, diğeriyle yetmişiki milleti gezerim.” Mesnevi-i Şerif, yanılmıyorsam otuza yakın dile çevrildi. Bu da kendisinin asırlar önce dile getirdiği ifadesinin bir kerameti olsa gerek.
GÜÇLÜER: Kendi manevi kimliğimizin zemini, Hz. Mevlânâ gibi şahıslar ile oluşuyor diyebilir miyiz?
SOLMAZ: Bu güzel bir tespit. Şöyle misal verebiliriz; Anadolu’da manevi yönden bir arkeoloji kazısı yapsak altından Hacı Bayram-ı Veliler, Sadreddin Koneviler, Yunus Emreler, Hacı Bektaş-i Veliler, Hoca Ahmet Yeseviler çıkacak. Bunu inkar edecek cesaret kimde olabilir? Yahya Kemal’in şu sözü her şeyi özetliyor aslında; “Biz Viyana’ya kadar Mesnevi okuyarak, pilav yiyerek gittik.” Biz millet olarak, gönlümüzü de doyurmakla mükellefiz.
GÜÇLÜER: Günümüz insanı gönlünü doyurabiliyor mu sizce?
SOLMAZ: Bu konuda, modern hayat çıkmaza girmiş durumda diyebilirim. Günümüz insanı, hayatını konforlu hale getirmiş olabilir ama gönül açlığını giderebilmiş değildir. Bu kadar konfora sahip bir hayatın içerisinde huzuru bulamayınca da kendisine zindan oluyor şu yalan dünya. İnsan ancak (Mevlevihane’yi kastederek) bu gibi mekanların kapısına gelip sığınırsa o zaman kendini tanır, hayatını anlamlandırır. Hadis-i Şerif’te de zikredilmiştir “Kendini bilen Rabbini bilir.” Ulaşmaya çalıştığımız nokta bu olsa gerek.
GÜÇLÜER: Mevlevihaneler, insanın kişisel gelişimi, ruhen olgunlaşması için ne gibi fonksiyonlara sahipti?
SOLMAZ: Mevlevihaneler, Osmanlı döneminde, Padişahların gelip, sohbet ve zikir meclislerine katılıp, bir mürşidin önünde diz çöktüğü mekanlar idi. Çok önemli şairler burada yetişmiştir, Şeyh Galip gibi. Dede Efendi olarak bildiğimiz Hammamizade İsmail Dede Efendi de bir Mevlevi dervişidir. Çok önemli hattatlarımız, tezhip sanatçılarımız hep bu mekanlarda yetişmiştir. Dünya nimetlerinden faydalanırken, ahireti de düşünmek, bir kapıya hizmet etmeyi de beraberinde getiriyor. Mesela Namık Kemal’in, Afyonkarahisar Mevlevihanesi’nde Neyzen Çoşkun Dede’den Ney dersi aldığı, kaynaklarda zikredilmektedir. Osmanlı Dönemi’ne baktığımızda, her mesleğe ait bir dergah bulunduğunu görmek mümkündür. Mesela, Okçulara ait, “Okçular Tekkesi” gibi. Ahilik teşkilatı da böyle. Usta-çırak ilişkisi ile adap-erkan öğrenmek. Allah’ın ve Resulü’nün istediği ticari ahlaka sahip olan esnaf yetiştirmekti ana gaye. “Aldatan bizden değildir” sözünü bir sahabiye söylemiştir Allah Resulü. Demek ki Müslüman hata yapabilir. Önemli olan hatada ısrarcı olmamak. Usta-çırak, mürşid-mürid ilişkisinin temelinde de Allah Resulü ile Ashabı’nın ilişkisi yatmaktadır.
GÜÇLÜER: Peki bu gibi dergahların, maneviyatımızın şekillenmesi hakkında ne gibi önemi var?
SOLMAZ: Asıl mesele şu olsa gerek: “Biz, Müslüman kimliğimizi dünya insanlığına nasıl sunabiliriz?” Bu sorunun cevabını, Kur’an ve Sünnet-i Resul dayanaklı verebiliriz ancak. Peki bu yolu nasıl tayin edeceğiz. Bu da bir irşad edicinin vesilesi ile olur. Her mesleğin bir erbabı olduğu gibi, bu yolun da mürşitleri vardır. İster buna öğretmen deyin, ister hoca deyin, ister rehber deyin… Fark etmez. Okullar açıldığında öğretmen kitapları öğrencilere dağıtıp, “Çocuklar iki ay sonra sınavda görüşürüz, kitaplara iyi çalışın” deyip çekip gider mi? Aynı bunun gibi. Allah kelamını ve Efendimiz’in (SAV) sünnetini, yazılı metinlerden bizlere en iyi şekilde aktarıp izah edebilecek rehbere ihtiyacımız olacak. Rehber, öğretmen, hoca,usta, mürşit… Bunlar yol göstericilerdir. Kur’an’ın hayata aktarılış şekli Peygamber Efendimiz’de zuhur ediyor, Peygamber Efendimiz’in İslam’ı yaşayış şekli de Mürşid-i Kamil’de ortaya çıkıyor.
GÜÇLÜER: Bu ifadeniz her şeyi özetledi adeta.
SOLMAZ: Bir de şu var. İnsan, inancından zevk almak ister. Bu futbol taraftarı için de geçerlidir. Tuttuğu takımın maçına büyük bir coşku ile gider, yağmur-yaş demez. Bu yolda para harcar, tribünlerde hoplar-zıplar vesaire. Şöyle bir maç düşünebiliyor musunuz? Dünyanın en iyi iki takımı sahada, fakat tribünlerde seyirci yok. Hiçbir takım o sahada top oynamak istemez. Biz biraz da bunu ıskaladık gibi geliyor bana. Yani dinin bir de tezahürat kısmı var. “İyi ki buradayım” diyerek insanın coşma isteği vardır. “İyi ki Müslümanım” diye coşmak ister. “Muhammed Mustafa’nın yolundayım” diye coşmak ister. Bu coşkuyu biz dergahlarda yakalamıştık asırlar önce. Bu coşkuyu kaybettiğimiz andan itibaren inancımızdan zevk almamaya başladık belki de. Dinin sadece teknik kuralları dairesinde tıkalı kalıyoruz. Dinin “İhsan” boyutunu hiç düşünmeden yaşamaya çalışıyoruz. Bu da dinin “Samimiyet” boyutudur. Şekilden uzak kalmaktır. Hz. Mevlana gibi, secdede iken gözyaşı dökmektir. Tasavvufta önemli bir şiardır, “Gözyaşı ile abdest almak”. Fakat biz, “Ağlamak abdesti bozar mı bozmaz mı” meselesini halledemedik hala.
GÜÇLÜER: Bu meseleler, İslam’ın İnsanı nasıl tanımladığı ile mi ilgili?
SOLMAZ: Kur-an’ı Kerim’in ifadesi ve Peygamber Efendimiz’in ifadelerinde de mevcut, “İnsan eşrefi mahlukat” yaratılmışların en şereflisi. Ama biz insanı sadece et ve kemikten düşünürsek, 70 kiloluk bir beden. İnsanı insan yapan onun ruhu, maneviyatı. Nasıl ki bir insan bedeni ile ilgili bir sağlık sorunu yaşadığında doktorun en iyisini bulmayı tercih ediyorsa, varını yoğunu, ömrü boyunca kazandığını oraya aktarmak zorunda kalıyorsa, Allah korusun. Peki maneviyatıyla, ruhuyla ilgili yaşadığı sorun olduğunda da ne yapması lazım? Gönül doktorunu bulması lazım.
GÜÇLÜER: İnsanlar kendini sürekli bir boşlukta hissediyor. Maneviyata yönelmesi gerektiği aklına gelmeyebiliyor. Gelse de bunu başarmakta zorlanabiliyor.
SOLMAZ: Bizim yaratılış programımızda bu var. Yani dini duygular. Buna fıtrat diyoruz.
Mesela iki buçuk yıl Mevlevihane’deki görevim esnasında, buraya gelen ziyaretçilerle unutamayacağım güzel hatıralar yaşadım. Bir ziyaretin geri dönüşümünü sekiz yıl sonra duydum. Sekiz sene sonra Konya’da karşılaştığım bir arkadaşım “Yahu Mevlevihane’nin ilk açıldığı zaman oraya gelen bir topluluk içerisinde, bir arkadaş şöyle demiş, geçen duydum” dedi. “Hayırdır” dedim. “Ben bu Mevlevihane’de yaşadığım duyguları bir Mescid-i Aksa’da yaşamıştım, bir de burada yaşadım” diye aktarmış. Bunu duyunca neler hissettiğimi kelimelerle anlatmam mümkün değil. Yine insanın fıtratı ile ilgili şu hatıramı anlatabilirim; İki sene önce Yusuf İslam, Konya’ya geldi. O yıl Konya İslam Kültür Başkenti idi. Yusuf İslam malumunuz, 1977’ye kadar Cat Stevens. Büyük bir salonda program yapıldı. Canlı yayında izledim. Kendisi mikrofonu eline aldığında mealen şöyle söyledi; ‘Ben Cat Stevens iken, dünyanın bütün nimetlerine kavuşmuştum. Şöhret var, dünyalık nimetler var ve o dönemdeki şöhretlerin ismi ortada kalmadı, ben dimdik ayaktayım.” dedi. O gün iyi ki izlemişim dedirtecek cümleyi de söyledi. Sanki Konya’ya o cümleyi söylemek için gelmişti. “Ben İslam’ı Celaleddin Rumi’nin şiirlerini okuyarak tanımaya başladım.” dedi.
GÜÇLÜER: Çok etkileyici.
SOLMAZ: Dünyalık şöhreti yakalamış, batıda yaşayan bir İngiliz şarkıcı, popçu ne dersek diyelim, gönlünü ancak neyle ferahlatmaya başlıyor? Celalettin Rumi’nin şiirleriyle. Daha sonra da Yusuf İslam oluyor. İşte bu kapılar insan gönlünü ihya eden, tamir eden, insanı sadece et ve kemikten değil, bir maneviyatı ve ruhaniyeti olduğunu düşündüren mekanlar. Bu kapılardaki ihya faaliyetleri günlük hayatta da bizlere dokunursa, insana dokunursa yani bir mürşidin peşinden gitmeyi alışkanlık haline getirebilirsek, iki cihan saadetini elde ederiz diye düşünüyorum.
GÜÇLÜER: Son olarak ne söylemek istersiniz?
SOLMAZ: Efendim, cennetin bile dereceleri var. Demek ki dinî yaşantının ve idrakin de dereceleri var. Kendini geliştiren, imanının gereklerini yerine getirmeye çalışan, taklitten kurtulup tahkik noktasında olan, ilmi hikmet arayışı için elde etmeye çalışan, tefekkür eden, tezekkür eden, akleden, kainattaki ayetleri okumaya çalışan ile sıradan ve yüzeysel bir dini yaşantı içerisinde olanın durumu birbirinden farklı olacaktır. Anlayış olarak bir üst katmanda olanı da tabandakiler anlamayacaktır. Bize düşen, mürşid-i kâmil durumunda olan zatları anlamaya çalışmak olmalıdır. Onların semboller ile anlatmaya çalıştıkları gerçeklikler, anlamayanların inkar etmesi ile de kaybolmayacaktır. Gözümü kapasam güneş yine vardır. Bunun gibi bir şey.
GÜÇLÜER: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.
SOLMAZ: Ben de teşekkür ederim. >> Ali Fuat GÜÇLÜER’in Özel Röportajı