'% 58 bir partinin değil, demokratların oyudur'
Afyon Kocatepe Üniversitesi tarafından her hafta Çarşamba günü sabah 07.00 ile 08.30 saatleri arasında düzenlenen Çarşamba Sabah Toplantılarının 2010-2011 Akademik Yılının ilk toplantısı, Ahmet Necdet Sezer Kampusü Sosyal Tesislerinde, “Referandumun Sonuçları” konusunun ele alınmasıyla başladı. Toplantıya İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Hüseyin Bayraklı başkanlık yaptı. Prof. Dr. Bayraklı, yeni dönemin [&hellip]
Afyon Kocatepe Üniversitesi tarafından her hafta Çarşamba günü sabah 07.00 ile 08.30 saatleri arasında düzenlenen Çarşamba Sabah Toplantılarının 2010-2011 Akademik Yılının ilk toplantısı, Ahmet Necdet Sezer Kampusü Sosyal Tesislerinde, “Referandumun Sonuçları” konusunun ele alınmasıyla başladı.
Toplantıya İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Hüseyin Bayraklı başkanlık yaptı. Prof. Dr. Bayraklı, yeni dönemin ilimize, üniversitemize ve ülkemize sağlık, huzur ve mutluluk getirmesi dileğiyle sözlerine başlayarak toplantıyı açtı. Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Ergün, referandum sürecinde kötü bir propaganda döneminin yaşandığını belirterek, “Örgütleme olarak güzeldi. Ama içerik olarak siyasi partilerin propaganda söylemlerini beğenmedim. Tabii boykot diye bir olgu çıktı. Öncelikle meclisteki üç siyasi parti boykot yaptı. Onlar orada boykot yaptıktan sonra, bir bölgedeki halkın boykot yapması hiçbir şey değildir. Boykotun nedeni de şimdi ortaya çıktı. Bir siyasi parti beni yok etmeye çalışıyorlar, tabanım gidiyor diyor. İhtimal ki meclisteki boykotta da milletvekillerinin iradeleri üzerine konulan bir baskı vardı. Mecliste özgürlük yoksa halktan çok fazla özgürlük bekleyemezsiniz. Mecliste de milletvekili gidecek evet, hayır veya çekimser oyunu kullanacaktı. Yani meclisi oylamanın dışında tutmanın, belli bölgelerdeki halka boykot çağrısı yapmaktan çok daha ayıp bir şey olduğunu düşünüyorum. Demokraside herkes istediği şekilde konuşup, istediği oyu vermekte serbesttir. Vatandaşlar arasında yaptığım gözlemlerde, evet diyenlerin anayasaya ‘evet’ dediklerini, ‘hayır’ diyenlerin ise hükümete hayır dediklerini gördüm. Yani, yaptığım genel bir gözlemde, ‘hayır’ diyenlerdeki tepki, anayasa maddelerinden çok hükümetin gidişine ya da içinde bulundukları ekonomik duruma bağlıydı. Doğrudan doğruya anayasa maddelerine karşı çıkan çok az kişi gördüm. Onlar da karşı çıkışlarında çok samimi değillerdi. Şu anda yeni anayasadan ‘hayır’ diyenlerin de ‘evet’ diyenler kadar memnun olduğunu düşünüyorum. Ülkemiz açısından güzel bir gelecek başladı. Biraz daha özgür bir dönem başladı. Yüzde 90’lık kabulleri zaten içimize pek sindiremiyoruz. Yani, bir ülkede nasıl halkımız çok bilinçlendi de mi 90-100 maddelik bir anayasa paketine yüzde 90-95’i evet diyor. Bu, biraz Kazakistan’daki veya Mısır’daki seçimleri andırıyordu. Son sonuçlar ise, biraz daha halkın bilinçlendiğini gösteriyor. Yüzde 51 ya da yüzde 48 de olabilir anayasa oylamaları ya da başka kamuoyu toplamaları. Ama en azından her şey demokratik olarak tartışıldı. Bir oylamaya gidildi. Yani, halk iyi bir demokrasi sınavı verdi. Ama politikacılarımız, maalesef halk kadar olgun olmadı. Çok daha üst düzeyde, karşılıklı saygıya dayanan propaganda konuşmaları bekliyordum. Aydın olarak bu noktada biraz üzüldüm” dedi.
Sohbetler daha düzeyliydi
İşadamı İbrahim Sömer, “Dost meclislerindeki sohbetlerde, evet-hayır tartışmalarının gerçekten propaganda dönemindeki parti başkanlarının propaganda konuşmalarından daha üsluplu olduğunu gördüm. Öncelikle bunu vurgulamak lazım. Konuya birkaç noktadan bakmak istiyorum. İlk olarak katılım oranı, gerçekten yüksekti. Belli bölgelerdeki özellikle 50’nin altında kalan 4 il var; Hakkari yüzde 9, Şırnak yüzde 22, Diyarbakır yüzde 34 ve Mardin yüzde 43 oranındadır. Yani, belli bir bölge, öyle ya da böyle bir boykot kararı aldı. Referandum sonucunda ‘evet’ diyenin de ‘hayır’ diyenin de ‘boykot’ edenin de kazandığı bir süreç. Ama böyle olmamalıydı. Gerekçeleri iyice düşünülebilir. Üslup açısından referandum yapısında Seçim Kanuna baktığımızda, mesela milletvekili seçimi için İl Seçim Kuruluna müracaatta ikametgah belgesi, sabıka kaydı ve şahsen müracaat istenir. Ama uygulamada böyle olmuyor. Mesela, geçmişte herkesin bildiği bazı insanlar Almanya’dayken müracaat etti. Nasıl olduysa oldu. Kimse bir şey demedi. Buna benzer bir çarpıklık da yeni anayasa referandumunda sandığa gittiğimizde ‘hayır’a da ‘evet’e de evet mi basacağız mevzusu vardı. Halbuki sandıkta bir tane ‘evet’, bir tane ‘hayır’, bir tane de zarf verilebilirdi. Referandumda toplam 725 bin tane geçersiz oy vardı. Bu 725 bin tane oy, tek tek baktığımız zaman 12 ilin haricindeki bütün illerdeki oy kullanıcısından fazladır. Bir diğer konu, bazı iller hayır derken bazı iller de evet dedi. Baktığımızda yüzde 49-50 olan iller var. Bunlardaki geçersiz oy sayısı referandum sonucunu değiştirecek düzeyde. Geçersiz sayılan oy, bu gibi bir şeyse bir keskinliği değiştirir. Ondan sonra bu kadar evet bu kadar da hayır var demek sadece kişiyi rahatlatır veya bir söylem getirir” şeklinde konuştu.
Türkiye, büyük bir değişim geçiriyor
Belediye Başkanı Burhanettin Çoban, “Türkiye, gerçekten 2003 yılından itibaren büyük bir değişim geçiriyor. Türkiye, 1920’li yıllarda başlayan Kurtuluş Savaşı ile her ne kadar adına Cumhuriyet denilse de maalesef tam anlamıyla demokratik bir Cumhuriyet şeklinde kurumlarını oluşturamamış. Cumhuriyet rejimleri aslında krallıklara da uygun. Demokratik Cumhuriyet neye dayanır. Yani, Cumhuriyet demek, o ülkenin insan haklarına saygılı, tam demokratik, halkın taleplerinin tamamen yerine geldiği anlamına gelmemesi gerekir. Biz yavaş yavaş demokratik Cumhuriyete geçmeye çalışıyoruz. Tabii devleti kuranlar, kendilerine göre bir rejim oluşturmuşlar. Demişler ki bu devletin belli hassas noktaları vardır. Bunu korumak için çeşitli kurumlar öngörmüşler. Bu, kimi zaman asker kimi zaman da hükümetin bizzat kendisi olmuş. Yani, siyasi partiler olmuş. Kimi zaman da yargı kurumları olmuş. Dikkat ederseniz 28 Şubat sürecinde ülkede askerin dediği her şey yapılıyordu. Gazeteciler ona göre yazıyor. Gazeteciler, bürokratlar Genelkurmay’a ayrı ayrı çağrılıyor, brifing veriliyordu. Aynı şekilde yüksek yargı mensupları çağrılıyor, brifing veriliyordu ve bu ülkede yüksek yargı mensupları verilen brifingi ayakta alkışlı-yordu. Buradan geldiğimiz zaman özellikle 2004 yılı sonrasından itibaren Silahlı Kuvvetlerin asli görevi olan ülke savunması, ülkeyi özellikle dış tehditlere karşı savunması noktasında çok ciddi mesafeler kat edildi. Türkiye’de özellikle yargı mensupları tarafından, suç işlemiş ya da suç işlediği iddia edilen birtakım emekli askerler ve muvazzaf askerlerle ilgili operasyonlar yapıldı. Davalar açıldı. Tabi peşin hükümlü olmamak gerekir. Dava sonucunu beklemek gerekir. Bu tür hareketlerle artık Silahlı Kuvvetlerin de ülkedeki her insan ve kurum gibi yargılanabileceği ortaya çıkınca hükümetin de güçlendiğini iddia eden birtakım kesimler, bunları yargı yoluyla engellemeye başladılar. Dikkat ederseniz 2003 yılından itibaren çıkarılan çoğu kanunların Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiğini, hükümetin yaptığı atamaların Danıştay tarafından durdurulduğunu, çıkarılan yönetmeliklerin iptal edildiğini fark edebilirsiniz. Yargı hiç mi haklı değil? Yargı hiç mi doğruyu görmüyor? Böyle bir şeyi asla söylemiyorum. Ama çok basit birkaç örnek vermek istiyorum. Bir siyasi partinin lideri türban sorununu çözeceklerini söyledi. Bu meclis zaten türban sorununu çözdü; 411 milletvekili parmak kaldırarak bu sorunu çözdü. Büyük bir destekle meclisten geçen bir üniversitelerdeki kılık kıyafet yasağını serbest bırakan bir düzenlemeyi anayasa mahkemesi sırf siyasi nedenlerden dolayı iptal etti. O günlerden hatırlarız bir eski Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanatoğlu diyordu ki yüzde 98 ile gelseniz bile yapamazsınız. Yani, öyle bir anlayış var ki birtakım insanlarda yüzde 2’nin dediği geçerli olacak, diğerleri de buna tabi olacaktır. Bu cümleyi kuran, hukukçu, başsavcılık yapmış biri. Geçen akşam bir televizyon kanalında, Cumhuriyet karşıtı yazarlık yapmış bir kişi diyor ki “artık yargı karar verirken Cumhuriyetin değerleri, Mustafa Kemal Atatürk’ün kararları üzerine karar vermemesi gerekiyor. Karar verirken tüm dünyada geçerli olan evrensel hukuk normları ne ise ona göre karar vermesi gerekir.” Ama anayasa mahkememiz diyor ki “Anayasa mahkemesi, anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden inceler.” Bu ne demek? 367 sağlanmış mı? Gizli oylama yapılmış mı? İki defa oylanmış mı? Teklifte yeterli imza var mı? Bunun benzeri şeyler. Ama böyle yapılmıyor. Esasa giriliyor ve iptal ediliyor. Türkiye kuvvetler ayrılığına sahip bir ülke; yasama, yürütme yargı. Yürütme yargıya karışmasın denilirken yargı yürütmeye karışıyor. Ankara’da belediyecilere diyor ki otobüs fiyatlarını şu kadar yapacaksın. Dünyada böyle bir şey olmaz. ‘Hiçbir zaman anayasa mahkemesi ya da yargı, kendini kanun koyucunun ya da yürütmenin yerine koyamaz.’ Bu, en basit hukuk ilkesidir. Ama koyuyorlar. Uygulamada bunu görüyoruz. Birtakım uygulamalardan dolayı sıkıntılar oluyor. Dolayısıyla birtakım çevrelerde, mevcut hükümetin gizli bir niyetinin olduğu yönünde endişeleri var ki bu, doğru değildir ve bu çevreler, gizli niyetin gerçekleşmesine engel bir tek yargının kaldığı düşüncesiyle halkı ikna etmeye çalıştılar. Türkiye’nin önündeki tek geçerli yol, Avrupa Birliği yolunda tam demokratik, insan haklarına saygılı bir ülke. Bunun için de anayasa değişikliğine gidilmiştir. Bu konuda hiçbir zaman uzlaşmaya da yanaşılmadı. Hükümet, her partiden eşit sayıda bir komisyon oluşturulması yönünde bir teklif sundu. Bu komisyonun çalışmalarını inceleyelim. Buna da yanaşmadılar” diye konuştu. Çoban sözlerine şöyle devam etti: “Bu referanduma evet diyen de hayır diyen de bu ülkeye sevgisinden tercihini yapmıştır. Hayır diyeni darbeci olarak yorumlamamak gerekiyor. Zaten fırtına koparılan maddeler Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile Anayasa Mahkemesinin yapısı idi. Yeni anayasada HSYK, 14 üyeye çıkıyor. Bunun yarısını hakimler, savcılar kendileri seçiyor. Cumhurbaşkanına gitmiyor. Türkiye’deki11 ilin adli yargı hakimi ve 2 bin 500 idari yargı hakimi, kendi üyelerini kendileri seçiyor. Bunlar, Avrupa Birliği uygulamalarına da kesinlikle aykırı değil. Avrupa’nın çoğu ülkesinde tamamını hükmet seçiyor. HSYK üyelerinin diğer 7’sini de YÖK’ten, baro başkanlarından, hukukçulardan vs çeşitli kriterler esas alınmak suretiyle seçiyor. Adalet Bakanı da kurulda üye ama oy hakkı bile yok. Sembolik hale getiriliyor. Teftiş, en önemli şey. Teftiş Kurulu da tamamen Bakanlıktan ayrılarak HSYK’ya bağlanıyor. Şu andaki sistemde siyaset daha çok yargıya müdahale etme şansına sahip. Her ne olursa olsun Türkiye, bugün itibariyle artık daha demokratik ülke olma yolunda adım adım ilerliyor. Yüksek Askeri Şura ve HSYK kararlarının yargıya açılması çok önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Yurt dışı yasağının kaldırılması, ombudsmanlık müessesesinin yürürlüğe girmesi, artık insanların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel davalarını Anayasa Mahkemesine açabilmesi çok güzel gelişme. Ama bunlar hala yeterli değil. Türkiye’nin gerçekten Avrupa Birliği yolunda tam demokratik ülke olma yolunda ilerliyor. Buna siyasi partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının çok ciddi destek vermesi gerekiyor. Yüzde 58, kesinlikle bir siyasi partinin oyu değil; bu yüzde 58, Türkiye’nin geleceğinin Avrupa Birliği yolunda tam demokratik olmasını isteyen, Türkiye’de yaşayan halkın isteğidir. Hiçbir siyasi partinin bunu kendi oyu olarak algılamaması lazım. Türkiye, sivil toplum kuruluşlarıyla, örgütleriyle, cemaatleriyle, birtakım gruplarıyla böyle bir değişikliğe evet dedi. Bunu da her siyasi partinin ya da siyasi parti mensubu olmayan fertlerimizin, üniversite mensuplarımızın da ciddi şekilde tahlil etmesi ve buna göre geleceğin biçimlendirilmesindeki kendi rolünü de belli bir noktaya taşımasını da arzu ederim.”
Değişmesi gerekiyordu, ama ilk değgişiklik değildi
Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Selim Pullu, “1982 Anayasasının değişmesi gerekiyordu. Fakat propaganda aşamasında hükümet, sanki bu anayasayı bu maddelerle ilk kez açıyormuş gibi bir hava yarattı. 2003 yılında itibaren birtakım maddeler olması gerektiği gibi değiştiriliyordu. Halkın oyuna ilk defa sunuyoruz. Netice itibariyle referandum iyi bir şeydir. Zaten kelime anlamı olarak da ‘referandum’, Roma hukukundan gelen bir kelimedir; ‘refere etmek’, gönderme yapmak, halka göndermek. Roma hukukundaki orijinal referandumda halka sunulacak maddeler, birbirinden ayrı ve farklı kulvarda olmaması yönünde bir uygulama var. Yani, halka sunulacak maddelerin, bütünlük ve birlik içinde olması gerekiyor. Ama bu referandumda orijinal referandum kanunları veya referandum hüviyetinin içinde bulunan bu şekilde bir uygulama yok. Belki biraz da bu yüzden bazı çevrelerde bu referandumun ne kadar demokratik olduğu ya da her referandum demokratik midir?’ endişeleri ortaya çıktı” yorumunu yaptı.
Hukuk, geri dönük uygulanır mı?
İşadamı Kadir Altınkaya, “Türkiye’de 1960, 1982 ve 2010 olmak üzere üç anayasa değişikliği için referandum yapıldı. Bunların ikisi, anayasa halk oylamasıydı. Ama bu son yapılan referandum, halk oylaması yerine güven oylamasına dönüştürme çabası, referandumlara bakış açımı değiştirdi. Öyleyse ne halk oylaması olmalı? 23 maddenin herkes tarafından kabulü var. Ama iki madde, tartışma nedeni haline geldi. Hatta güven oylamasıyla ülkenin her türlü yerleşik düzenini sarsabilecek bir tehlike vardır. Bu referandumda beni rahatsız eden konulardan birisi, 91 oy ile kabul edilmiş bir anayasanın, kendisini koruyan yöneticilerine ‘ben geriye dönüp seni yargılarım’ demesidir. Bunun inanılmaz bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Hukukçular bu konuyu önemsemediler. Hatta hukuk profesörleri bile 1982 ve 1960’da aileleri muhatap oldukları olaylardan dolayı o dönemde ailesine eziyet edenleri yargıya müracaat ederek cezalandırmak istiyorlar. Bunun hukuki yanını bilmiyorum. Hukukta geriye dönerek, öç ve intikam, kin ve yasalarla alınabilir mi? Bu, hukuki açıdan halka sunulabilir mi? Bu, ne kadar doğrudur? Bu referandum anlayışı dönem dönem bize yeniden halk her şeyin doğrusunu bildiğini gösteriyor diyebiliriz. Ama aramıza nifak sokmakta. Batı demokrasileri, bu referandumları böyle kullanmaz. Halk oylamasını çok farklı kullanırlar” dedi. Altınkaya, kurumların taraf olma durumunun demokrasiyi engellediğini ifade ederek, “Birey, laik olamaz; birey, düşüncesi ne ise onu yaşar. Ancak kurumlar laik olur. Bir arada nasıl yaşayabiliriz? Buna bakmak lazım. Bu referandumun bize iyi bir ders vereceğini umuyorum ve bunun güven oylamasına dönüşmesini kesinlikle engellemek zorundayız” diye konuştu. Emekli Öğretmen Ömer Çarman, Türkiye’de referandum olayının çok geç kalınmış bir gelişme olduğunu belirterek, “Tarihe dönüp de baktığımız zaman, mutlaka tarihin dönemleri bir çizgide sabit kalmamış, her geçen gün öbür güne göre ileriye gitmiştir. Bu, böyledir. Bundan sonra da toplumlar ileriye gidecektir. Belki bazıları biraz yerinde sayacak. Ama genelde ileriye doğru yürüyecektir. Bunun için referandumlar bundan sonra da olacaktır. Olması gerekiyor. Toplum daha ileriye, daha güçlü, daha demokratik, ekonomik düzeyi yüksek, daha hoşgörülü seviyeye ulaşabilir” dedi. Çarman, ramazan ayında Umre’de geçirdiği deneyimlerini aktardığı konuşmasında, Doğu ve İslam toplumlarının Türkiye güçlü olduğu müddetçe kendilerinin de güçlü olacaklarına dair bir kanıları olduğunu ifade etti. Toplantı sonunda, gelecek hafta yapılacak Çarşamba Sabah Toplantısı’nda da “Referandum” konusunun ele alınmaya devam edilmesine karar verildi.